Anlayana...

BARIŞ İNCE

Beş yıl önce er gazinosunda muhabbet ederken devrem dedi ki, “Barış abi sizin gazetedeki yazılara internetten baktım, biraz ağır, anlaması zor ama belli ki çok güzel yazılar. Siz siyaset değil de edebiyat yazsanıza”... “O yazıları sizin için yazıyoruz biz, güzelse neyi anlamadın, o ne biçim dil” diyerek memleketimin teyzeleri gibi bağırıp çağırmak istedim ama yapmadım. Daha kibarlaştırarak o yazıları halkın bir şeylerin farkına varması için yazdığımızı anlattım. O da “bence siz o yazıları birbirinize yazıyorsunuz, zaten talepleriniz de hep kendiniz için” diyerek arkasını döndü. Dönme sahnesini Rüzgar Gibi Geçti filmindeki Scarlett O’Hara edasında düşünün. “Ne demek lan kendimiz için, önce şu kepini düzelt” diye ne dediğini bilmez bir sinirlenme içine girdim ki biraz daha konuşunca dediğini anladım.

“Sürekli eylem yaptığınız için polisin yumuşak olmasını istiyorsunuz” ya da “hapse girdiğiniz için cezaevlerindeki siyasilerin koşullarını tartışıyorsunuz” diyordu. Eylemciyi “işi gücü bu olan kişi” zannediyordu. Halbuki eylem yapanın, siyaset yapanın hem kendisinin hem de tüm kesimlerin genel refahı, iyiliği, mutluluğu için bunları yaptığını anlamamıştı. Çünkü daha Gezi olmamıştı ve biber gazının tadına henüz bakmamıştı!

Babası tekne aldığı için ağlayan, tekneye meftunluğunu “anlayamazsınız” sözleriyle anlatan çocuğun videosunu izlediniz mi? Ben gülmekten yerlere yatmıştım. Ama komik videolar tek başına izlendiğinde bir anlam ifade etmez, o izleme anının bir şenliğe, bir festivale dönüşmesi gerek. O yüzden gülmekten yerlere yatarken yanımda yöremde kim varsa onları da çağırdım ve onların da omzundan tutmak suretiyle yere yuvarlanmasını sağladım.

İnternette komik videoyu toplu izlediğinizde kimileri çok kimileri az güler, daha orta yolcu kimileri “çok iyi ya” der, gülmeyen kimileri de ayıp olmasın diye “ama bak orada şu nokta da ilginç” diyerek “gülmedim bari muhabbeti sürdüreyim” babında ilerletici bir rol oynar.

Ben o çocuğun videosunu izlettiğimde ve gülmeler bitip ağızlarda kekremsi bir tat kaldığında üzülmüştüm. “Lan” dedim “sen onun yaşında değil ‘lüküs’ tekne, sandal sahibi olsan, amuda kalkarak fuarı iki tur atar, mesir macunu toplamaya çalışan Arınç gibi havada parende atar, izleyicilere de haka dansı yapardın! Hıyar”.

Kendimle sert konuşurum da, demek istediğim şu ki “anlayamazsınız” diyen o çocuğu anlayabilirim. Ama haber bülteninin 7 dakikasını çakma zenginlerin Boat Show’una ayıran yamuk suratlı bültencileri, çocuğu ağlatıp sonra millete güldüren spikerleri, kişi başına düşen ama birilerinin başına bir türlü düşemeyen milli geliri, çocuğun anasını ve sırıtkan babasını, değirmenin suyunu, suyunun tasını anlayamam. Bunları sorgulamayanı hiç anlayamam…

Türk deyince aklına; kolunda ay yıldızlı üniforma olan ve ailesinin bir ferdini bir yerlerde katletmiş, dövmüş, sövmüş insan geleni anlarım. Hangi nedenlerle toptancı yaklaştığını anlarım. Ama Kürt deyince aklına elektrik faturasına yansıyan kaçak-kayıp bedeli gelen tekstil atölyesi sahibini anlayamam.  

Anlamak böyle değişik bir şey… Peki ya anlatmak? Facebook’ta birilerine, eski sevgilisine, eski partisine, eski dostuna, eski siyasetine,  göndermeli yazılar yazanları okuyorum. Çok sinirli olanları, genelde büyük harf 

kullanarak yazar… Sonuna da “anlayana…” lafı koyar. Orada amaç o lafı koymaktır zaten. Karşıdakinin anlamasından çok anlatma isteğini tatmin etmiştir. Ama diyalektik bilenler için durum böyle değildir… Anlatmak ve anlamak iç içedir.

BirGün; Gezi’den sonraki farkındalık ve anlama isteği ile kendi karşındakini anlayarak anlatma çabasının birleştiği nokta. Anlatırken de anlama, etkileşimli öğrenme… Bu çabayı küçümseyenler elbette olacaktır. ONLARIN DERDİ, KÜÇÜK DÜNYALARINDA BİRİLERİNE “ANLAYANA…” DEMEK OLABİLİR. Bakın aynısını şimdi ben de yaptım. Bunu fark ettiğin an bir silkelenme, bir kendine dönme hali gerek. Klavyedeki Caps Lock tuşunu acilen kapatmak gerek…

Annesinin soğanı dışında gözü yaşarmamış Gezici’yi anlamak, çocukları anlamak, Kürtleri anlamak, Türkleri anlamak, anlarken anlatmak, anlatırken tekrar anlamak… BirGün...

Ama mesela şunu anlayamam; “BirGün nasıl büyüdü biliyor musun, bunlar manşetten şöyle böyle ehi ehiii, bunlar sosyal medyada da zaten ihi kikiiii…” Bunu yapmayalım, bu çok sıktı, bunu yavaşça yere bırakalım.

Eğer böyle yaparsanız:

Bir değil üç alanı, sabahın köründe soğukta kışta motorlarla dağıtanı, kek-kurabiye yapıp yollayanı, maaş değil harçlıkla yıllarca çalışanı, sevip de kavuşamayanı, sonra BirGün’le tanışanı, arayanı soranı, “bizim eylem haberi niye küçük” diye kızanı, sonra güleni sarılanı, metroda karşıdakinin gözüne sokanı, bayi bayi dolaşıp yazın fit kalanı, iki farklı bayrakla el ele koşanı...

Anlayamazsınız...