Julia ve Bazuka’da toplanan öyküler her ne kadar karanlık, karamsar ve kabusvari olsa da özellikle yirminci yüzyıl kadın yazarların eserlerinde sıkça karşımıza çıkan bir meseleyi oldukça başarılı bir şekilde ele alıyor ve bastırılmış, ötelenmiş, yok sayılmış sancıları görünür kılıyor.

Anna Kavan ve araftaki benlik

SELVİ DANACI

Son yıllarda yirminci yüzyılın avangart akımlarına dahil olan kadın yazarlar yeniden keşfedilmekte ve unutulmaya yüz tutmuş eserleri Penguin ve New York Review Books gibi prestijli yayınevleri tarafından tekrar basılıp yirmi birinci yüzyıl okuruna tanıtılıyor. Hem yaşantısı hem de yazdıklarıyla bu yazarların belki de en gizemlisidir Anna Kavan. Radikal bir kararla ismini Helen Edmonds’tan iki romanının kahramanı olan Anna Kavan’a değiştiren ve kimliğini sıfırdan yaratan yazar, karakterlerinden birinin aracılığıyla şöyle der: “Dünyanın en iyi korunan sırrı olmak üzereydim, asla söylenmeyecek bir sır. Gelecek kuşaklar için ne kadar heyecan verici bir muamma olmalıyım” (8). Sahiden de ölümünden sonra edebiyat tarihinin tozlu sayfalarına karışıp gitmemesi için birçok girişimde bulunulmuş olsa da Kavan her zaman için gizemini koruyan bir yazar oldu, eserleri ise ancak son dönemlerde hak ettiği ilgiyi görmeye başladı. Günümüzde Virginia Woolf, Djuna Barnes, Gertrude Stein gibi modernist edebiyatın önde gelen isimleriyle birlikte anılmakta.

Ötekiliği anlamlandırmak

Brian Aldiss ve Anaïs Nin’in “Kafka’nın dengi” olarak andığı Kavan’ın edebiyatı büyük ölçüde kişisel hayatında yaşadığı zorluklar ve eroin bağımlılığı etrafında şekilleniyor. Bunun en önemli örneklerinden biri de Julia ve Bazuka adlı öykü kitabı. Yazarın yaşamının son dönemlerinde yazdığı ve ölümünden sonra yayımlanan bu eser geçen yıl Everest Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Öyküler ağırlıklı olarak Kavan’ın uyuşturucuyla olan ilişkisi ve bu ilişkinin insanlara, topluma ve genel olarak hayata olan yaklaşımını nasıl şekillendirdiği üzerine kurulu. Fakat konusu gereği gizdökümcü yazım (confessional writing) olarak nitelendirebileceğimiz bu eseri yalnızca bağımlılık anlatısı çerçevesinde okumak oldukça yüzeysel bir yaklaşım olur.

İlk öyküden son öyküye kadar karşımıza çıkan asıl temanın travma ve parçalanmış benlik kavramları olduğunu söyleyebiliriz. Mutsuz ve sevgisiz geçen bir çocukluk, terk edilme ve aidiyet sorunları, savaş, bombalar, akıl hastaneleri ve tüm bunların sonucunda içinde bulunduğu dünyaya karşı yabancılaşan ve gerçek ile hayal arasındaki arafta sıkışıp kalan bir benlik, Kavan’ın öykülerinde derinlemesine incelediği konular. Bu deneyimlerin merkezinde ise Kavan’ı temsilen savaşın bir yansıması olarak duyarsızlığın hâkim olduğu gaddar bir toplumda dayatılan gerçekliğe uyum sağlayamayan bir anlatıcı bulunuyor. Bu anlatıcı, bombaların patladığı, kurumların bireyin ihtiyaçlarına cevap vermek yerine birer baskı ve tek tipleştirme aracına dönüştüğü, insanların iletişim kurma yetilerini kaybettiği bir dünyaya ait hissedememekten yakınıyor. Bu aidiyet eksikliği “Dışarıda ve Uzakta” öyküsünde görebileceğimiz gibi çocuk yaşlarda kendini gösterip ilerleyen yıllarda anlatıcının bütün hayatını etkisi altına alan bir lanete dönüşüyor. İçinde bulunduğu topluma, çevresindeki insanlara, özellikle de kendisine karşı yabancılaşan anlatıcıyı sık sık sonsuz bir arafta sıkışıp kalmış ve ebedi bir öteki olan benliğini sorgularken görüyoruz. Dünya üzerindeki varoluşuna bir anlam verememekle kalmıyor, “Eski Adres,” “Sis,” “Dağlarda Kafa Kıyak” gibi öykülerde de gözlemleyebileceğimiz gibi çareyi dünyaya ve insanlığa karşı mizantropist bir tutum takınmakta buluyor. Kavan’ın çoğu zaman isimsiz, bazen Julia, ama her daim Kavan olduğunu bildiğimiz anlatıcısı tutunamadığı gerçeklikten uyuşturucu sayesinde uzaklaşıp ötekiliğini anlamlandırmaya çalışabileceği yeni bir dünyaya adım atıyor.

Écri̇ture fémi̇ni̇ne ve dilde özgürlük

Bu açıdan öykülerde dikkat çeken bir diğer nokta da anlatım biçimi. Kavan, anlatıcı/kahramanının iç dünyası ile fiziksel gerçeklik arasında sıkışan benliğini ve bu deneyimi aktarabilmek adına yüzünü rasyonaliteden gerçekdışılığa çeviren bir anlatım benimsiyor. Öyküler rasyonel bir zemine oturma kaygısı gütmeden, bilinç akışı tekniğini çağrıştıran bir üslupta, kesintili ve tutarsız olma pahasına deneyimin akışına sadık kalarak ilerliyor. Bu açıdan da Virginia Woolf’un Orlando’sunu, Jeanette Winterson’ın Vişnenin Cinsiyeti’ni anımsatıyor. Tıpkı bu romanlarda olduğu gibi Kavan’ın öykülerinde de anlatıcı, bastırılmış, yok sayılmış benliğini gerçekdışı, hatta gerçeküstü deneyimlerle keşfediyor.

Tam da burada Kavan’ın eserini Hélène Cixous’nun dişil yazı (écriture féminine) kavramı çerçevesinde incelemek mümkün. Cixous’ya göre kadın yazarın odak noktası kendi deneyimleri olmalıdır. Bu deneyimleri aktarırken de fallus merkezli anlatıma, yahut ataerkil diskura bağlı kalmadan, deneyimin kendisiyle paralel olarak şekillenen bir dil ve üslup kullanarak bastırdığı, inkâr ettiği arzularını, korkularını ve endişelerini dışa vurmalıdır. Böylece anlatının derinlerine gizlenmiş gerçek benliğini, yani özü açığa çıkarabilir. Kavan da benzer şekilde benliğin keşfini dişil yazıyla mümkün kılıyor. Öykülerde mantıksal düzlemde açıklanamayan, gerçek ile hayal arasında gidip gelen deneyimler betimleniyor. En derin korkuları ve arzuları rüyayı anımsatan bir olay örgüsüyle açığa çıkaran bu deneyimler çoğu kez ‘ben’ öznesini ‘ötekinde’ keşfetmek üzerine kurulu. Bu öteki kimi zaman anlatıcıyı ziyaret eden bir leopar, kimi zaman gizli bir bahçe, kimi zamansa karla kaplı bir dağ olarak, genellikle insan olmayan “şeyler” biçiminde karşımıza çıkıyor. İşte bu karşılaşmalarda anlatıcı kendi bakış açısından ötekini, ötekinin gözünden de kendini tanıyor. Bu noktada ‘ben’in bitip ‘öteki’nin başladığı çizgi bulanıklaşıyor ve Cixous’nun sözünü ettiği derinlere gizlenmiş gerçek benlik ortaya çıkıyor.

Julia ve Bazuka’da toplanan öyküler her ne kadar karanlık, karamsar ve kabusvari olsa da özellikle yirminci yüzyıl kadın yazarların eserlerinde sıkça karşımıza çıkan bir meseleyi oldukça başarılı bir şekilde ele alıyor ve bastırılmış, ötelenmiş, yok sayılmış sancıları görünür kılıyor. Bir bağımlılık anlatısının ötesinde travma ve bu travmayla yüzleşmeyi en içten haliyle gözler önüne seren Kavan, düş ile uyanıklık arasında bocalayan, fiziksel ve yüzeysel gerçekliğin ötesinde bulunan ama bir o kadar da gerçek olan iç dünyasını korkusuzca okuruyla paylaşıyor.