Hastalık artıp mızrak çuvala sığmayınca kurallara uymayan, kabahatli gene biz olduk. Bu arada anamızı, canımızı üç beş kişi ile gömdük. Ama bazıları bizim ölülerimizden daha kıymetli idi, yetkililerin katıldığı kalabalık cenazeler yapıldı, hatta miting bile gördük.

Anne biz nerede yanlış yaptık?

Hep ve her yerde korku!”

Fransız tarihçi Febvre’nin 16’ncı yüzyıl Avrupası için kullandığı bir tanım. Çağımızın sorunlarını sosyolojiye taşıyan Zygmunt Bauman yeni kitabı “Akışkan Korku”* da kullandığı yukarıdaki alıntıdan bir kaç sayfa sonra da İngiliz mizahçı Brown’un** 2005 yılında basılan 1990’lı yılları anlatan kitabından bir alıntı yapıyor, korkular devam ediyor:

“... her yerde küresel ısınmada artış vardı. Her gün katil virüsler, katil dalgalar, katil ilaçlar, katil buzdağları, katil etler, katil aşılar, katil katiller ve olası başka doğrudan ölüm nedenleriyle ilgili yeni küresel ikazlar vardı.”

Kitapta, modernitenin medeniyetimizin bu korkularına son verme umudunu boş çıkardığını söylüyor. Beş yüzyıl içinde ve son on yılda değişen bir şey yok. Oysa 1900’lü yıllar, 20’nci yüzyıl ne umutlarla başlamıştı. Uygarlık dört nala ilerliyor, sanat, bilim, teknoloji insanlığa yeni ufuklar açıyordu. Monarşiler yıkılıyor uluslar demokrasi ve cumhuriyet diyor, kadınlar, ezilenler haklarını istiyordu. Buluşlar birbirini takip ediyor, teknoloji hız kesmiyor, yeni ve uygar bir dünya kuruluyordu.

Oysa ufukta; iki dünya savaşı, esir kampları, gaz odaları, soykırımlar, atom bombası, ekonomik krizler, soğuk savaş, nükleer sızıntı, çöken borsalar, petrol savaşları, soğuk savaş, terör, doğal afetler bekliyordu. Bir yanda da televizyon, antibiyotikler, arabalar, uçaklar, roket, internet ve uzayın keşfi gibi büyük adımlarla ilerleyen teknoloji ve buluşlar ve bu buluşlarla değişen yaşam tarzları. 20’nci yüzyıl büyük buluşların olduğu kadar büyük acıların da yüzyılı oldu ve bitti.

2000 yılında büyük milenyum tantanası ile yeni bir yüzyıla girdik. Teknoloji tam hız ve biz esiriyiz! On beş yıl önce mucize gibi görülen birçok elektronik alet çoktan yok oldu. 2001 yılında çıkan iPod’u hatırlayan var mı? CD kullanan? Her yıl yeni mucize buluşlar hayatımıza girdi. 1630 yılında sürgülü hesap cetveli bulunduğunda da bilim insanları hayatlarının çok kolaylaştığını sanmıştı. Oysa o gün de bugün de insanlık için korku dağları bekliyordu. Özellikle son yıllarda doğal afetlerin çoğunluğu da dahil olmak üzere hepsi de kendi yarattığımız facialardı.

Geçen yıl bu sıralar, Avustralya’daki yangına üzülüyorduk. Kuraklık ve yüksek ısı nedeni ile 2019 Haziran’ında başlayan yangın 240 gün sürdü, bir milyardan fazla canlı yok oldu. Teknolojimiz hiçbir işe yaramadı. Sonra Elazığ depremi geldi çürük binalarımız yıkıldı, sonra çığ düştü. Sonra gene deprem oldu gene çürük binalarımız yıkıldı gene insanlar öldü. Sonra salgın, sonra İzmir’de deprem, gene salgın. 2020 yılında Türkiye dışında dünyada yedi ülkede daha 6,5-6,9 arası büyüklükte deprem oldu. Yedi ülkede toplam sadece iki kişi hayatını kaybetti. Türkiye’de ise 6,5 üstü büyüklükte olan Elazığ depreminde 41, İzmir’de ise 116 kişi hayatını kaybetti. Ölenleri deprem değil bozuk düzenimiz öldürdü.

Bu arada 2020 Mart ayında artık salgına teslim olmuştuk. Hala daha da teslim durumundayız ama o en başlardaki birlik, dayanışma duygusu yok artık. Hep birlikte dayanıp aşacaktık. Bunu özel bir durum sandık. İnsanlık tek yürek olacak, artık dünya kaynaklarının, yaşamın kıymeti bilinecek, doğru şekilde, doğru yerlere bakılacaktı. Eminim iki büyük dünya savaşı bittiğinde de insanlar böyle sanmıştı. Oysa Müttefik Devletler daha savaş biter bitmez başta roket planları olmak üzere Nazilerin araştırma raporlarının ve bilim insanlarının çoktan peşine düşmüş, hatta alelacele kendi vatandaşları yapmışlardı. Ateş söndürülmüştü ama soğuk savaş başlıyordu.

Genç yüzyılımızın 20’nci yılındayız. Neredeyse bir yıldır tüm dünyayı sarsan salgın, ne politikacıları ne askeri durduramadı. Ülkemizde de hiçbir şey olmamış gibi siyasi kavgalara, bölgesel savaşlara, rant ekonomisine yetim hakkı feda edildi. Eğitim durup işyerleri birer birer iflas ederken itibardan tasarruf edilmedi. İnsanlardan fedakarlık beklenirken vergisi affedilen iş adamları uçak filolarına yenilerini kattı. Sistem hemen adapte oldu. Her olayda olduğu gibi zengin daha zengin, fakir daha fakir oldu. Önemli kişilere ve kurumlarına her gün testler yapıldı. Ve tabii ki futbolcularımıza da! Kapanmasalar da olur denilenler, virüs tehdidinde vardiyalarına, sabah karanlığında toplu taşımalara mahkum hayatına devam etti. Maskesi burnunu kapatmıyor, minibüste otuz kişi diye ceza yedi.

Kalanlarımız evlere kapandık. Sonra yaz geldi, hadi çıkın dediler! Çıktık... Salgına kısa bir ‘turizmi canlandırma’ arası verdik. Vazifemizi yaptık, ama bazılarımız hasta olduk, öldük. Kızdılar! Hastalık artıp artık mızrak çuvala sığmayınca kurallara uymayan kabahatli gene biz olduk. Bu arada anamızı, canımızı üç beş kişi ile gömdük. Ama bazıları bizim ölülerimizden daha kıymetli idi, yetkililerin katıldığı kalabalık cenazeler yapıldı, hatta miting bile gördük. Yedi uçakla Kıbrıs’a pikniğe gittik. Bana yasak olmaz diyenler, kimimiz Ayasofya da 350 bin kişilik Cuma namazımızı kıldık, kimimiz Bayramda Kurbanımızı kestik dağıttık, kimimiz de doğum günü partilerimizi topluca yurtdışında yaptık, gezdik eğlendik, topluca televizyon çekimlerine gittik. Sokak başında sigarasını içen garibana ceza yazdık, parkta oturan amcaları kovaladık. Belirli bir yaş üstü ve kronik hastalara mutlaka olun denilen zatürree aşısını kimimiz olduk ama bazılarımıza da yok denildi olamadık. Grip aşısını ise bir ara geldi dediler, sonra bir daha da ne gördük ne de duyduk. Zatürre aşısı olabilmem için geçerli olan kronik hastalığım, grip aşısı için yeterli olmadı. Gerçekten o grip aşılarını kimler oldu? Yakın çevresinden bilen duyan var mı?

Bu arada salgınla ilgili, güvenerek dinlediğimiz, her akşam bize taze bilgi veren bir yetkilimiz var diye tüm ülkede, hepimizde adeta bir bayram sevinci. Turkuaz tablo ve o güvendiğimiz yüz çıkacak diye babalarımızın ‘ajansı’ beklediği gibi bekledik. İlgi, sevgi ve güvene aç, korkmuş küçük çocuklardık. Ama güvenimiz karşılıksız çıktı. Sonradan öğrendik ki O’nun başka bir sevdiği vardı.

Gene aldatılmıştık.

Çoğunluğumuz haberleri Youtube kanallarından izliyor. Bilenler bilmeyenlere anlatıyor. Gerçek ve safsata ve komplo teorileri yağmur gibi üzerimize düşüyor. Diziden artist seçer gibi hepimizin bir favori TV doktoru, hepimizin kendi Youtube yorumcusu var.

Sayın Sağlık Bakanımız, korona olmasak bile sağlımızdan şüphe ediyoruz!

Tamam! Ülkemiz iklimine has korkuları hadi bırakalım. Ama korona ile ilgili hala önümüzde çetin bir mücadele var. Çalışan sektörler bitik, çalışamayanlar batık durumda. İnsanlar karantinalarda, tek başına. Bu arada gazeteler milli piyangonun güvenilir olduğunu yazıyor. Evet ya, ona da inanmıyoruz artık. Yılbaşı piyangosu hayallerini de bitirdiniz ülkenin. Televizyonda sorarlardı insanlara, büyük ikramiye çıkarsa ne yaparsınız diye. Hemen ev alırdık hepimiz. Hep gelecek korkusuydu ömrümüz. Başımızı sokacak bir çatı olsun yeterdi, gerçekten çok istemezdik… Olsa olsa bir de araba ve dünya seyahati derdik… Ne güzeldik!

Biz uslu çocuklarız, aşımızı da olacağız. Ama üzümün sapı kirazın çöpü olduğu gibi aşının da Çin’i, Alman’ı, Kayseri’si var... Aslında benim gibi antibiyotiğe bile alerjisi olanlar, korkmayalım, sıra normal vatandaşa gelene kadar sonuçlar daha kesin olacaktır. Ama durun, herkes aynı aşıdan mı olacak acaba? Ne yapalım şüphe etmeye bizi alıştırdınız bir defa...

Hangi aşıları kimler olacak duymayacağız, görmeyeceğiz, bilgi alamayacağız. Sağlık Bakanımız bazı milletvekilleri ve aileleri aşı oluyormuş sorusuna, ‘Çin’de eczanelerde satılıyor isteyen gider alır’ demiş. Sayın Bakancığım, herhalde duymadınız, millet köşedeki parka gidemiyor. Hadi oğlum jeti hazırla, bir eczane işim var, ‘Hasibe hanım teyzene de sor bakalım bir şey lazım mı?’ diyecek halimiz olmadığını aslında siz de biliyorsunuz. Bunu hep yapanları da biliyorsunuz. Siz bizimle eğleniyorsunuz. Siz bizimle eğlenmeyi seviyorsunuz!

Biz de kuzular gibi, kuzuların sessizliğinde bekliyoruz. Arada telefonumuza bakıyoruz. Ne öğreneceksek! Kaygıdan başka... Belki dayanışma umuduyla?

Bu arada uzun süredir yasaklı olan yaşlı, genç ve çocukları da evde unutmayalım. O genç ve sevgilisi hiç buluşamayacak, o çocuk sokakta dondurma yalayıp salıncakta sallanamayacak, o dede torununu göremeden göçüp gidecek.

Hatırlar mısınız 2019 Ocak ayında Çin, ayın karanlık yüzüne uzay aracı indirebilen ilk ülke oldu. Aslında o zaman anlamalıydık bir şeyler olduğunu! Bir şey olmadı gibi ama sanki bir şey olmuştu. Hastalık! Çin? Aşı? …dııınıınn...

Ha bu arada depremin büyüklüğünü de kadınların dekoltesi ve etek boyu belirler! Saçmalamak serbest ya... At gitsin. Bir de ufak bilgi, yağmur için orman gerekir.

Gerçeğin, bilginin olmadığı yeri yalanlar ve safsata doldurur. Kimse kimseyi sevmez kimseye inanamaz olur.

Korkulardan, yalancılardan ırak güzel bir Pazar gününüz olsun.

* Bauman, Z. (2020) Akışkan Korku. İstanbul: Ayrıntı Yay.

** Brown, Craig (2005) 1966 and All That, Hodder & Stough. İngiltere