Yazar ve şair Çiğdem Sezer, ‘Kamyon Kafe’ isimli çocuk kitabını okurlarıyla buluşturdu. Günışığı Kitaplığı etiketiyle yayımlanan kitapta Çiğdem Sezer, annesini küçük yaşta kaybetmiş ve babasını da hiç tanımamış bir çocuğun ağzından sokaklara, nene-dede evlerine girip çıkıyor. Her seferinde ise geleceğe kendisinin hiç yaşamadığı o sokaklarda yaşanmış geçmişle alakalı güzel şeyler bırakıyor. Sezer’in şair olmasının da […]

Anne eksikliği kapanması mümkün olmayan bir yaradır

Yazar ve şair Çiğdem Sezer, ‘Kamyon Kafe’ isimli çocuk kitabını okurlarıyla buluşturdu. Günışığı Kitaplığı etiketiyle yayımlanan kitapta Çiğdem Sezer, annesini küçük yaşta kaybetmiş ve babasını da hiç tanımamış bir çocuğun ağzından sokaklara, nene-dede evlerine girip çıkıyor. Her seferinde ise geleceğe kendisinin hiç yaşamadığı o sokaklarda yaşanmış geçmişle alakalı güzel şeyler bırakıyor. Sezer’in şair olmasının da verdiği avantajla kitapta son derece tiyatral diyaloglarla karşılaşıyoruz. Çiğdem Sezer’le bir araya geldik ve ‘Kamyon Kafe’yi konuştuk.

>>Kitapta kurduğunuz dilde, zaman kiplerinde sık sık değişiklikler görüyoruz. Bu bir tercih mi?
Zaman kaymaları var, evet. Bugünde duran bir bireyden bahsediyoruz. O birey kitabın sonunda anlıyoruz ki otuzlu yaşlarında. Bu ilk çocukluk çağlarına hatırlayabildiği ilk dönemlere kadar dönüyor. Bir de onun dili ile anlatıyoruz. Kahramanın ağzından hikâyeyi dinliyoruz. Arada yazar sesini duyuyoruz ama çok az. Öyle olunca da zaman kaymaları oluyor ve o zaman kaymaları da anlatıma yansımak zorunda kalıyor.

>>Tiyatral bir diliniz de var. Tiyatro metinleri ile bir bağınız oldu mu?
Hiçbir bağım olmadı. Hiçbir senaryo deneyimim olmadı. Hatta çok fazla senaryo okuduğum bile söylenemez. Ama bu metinlerde şöyle bir şey var orada ben sadece bir bireyin var olma hikâyesini ya da anılarını anlatmıyorum, benim öyle bir derdim yok. Asıl derdim o bireyin dili ile anlatımı, şahsı ile o dönemi ve yaşantıyı aktarabilmekti. Bu durumda bir anneannenin duygu ve düşüncelerini sadece o çocuğun dilinden dinlersek sadece onun bakış açısı ile yetinmek zorunda kalacaktık. Oysa diyaloglar bizi anneannenin konuşma biçimini, hayata bakışını, seçtiği sözcükleri sadece anneanneyi de değil dedenin çevrelerindeki bütün o konu komşunun kahramanların onları kendi dili ile konuşturduğum zaman çok farklı bakış açılarıyla da bakma şansımız olacaktı. Bu diyaloglar yolu ile mümkün o nedenle diyaloglar ya da senaryoya yatkınlığı sahnelenebilir oluşu biraz ondan kaynaklanan bir şey.

Yazar ve şair Çiğdem Sezer

>>Küçük bir dünya görüyorum kitabın içerisinde. Kuşaklar arası birçok anlatım var.
Bu kitapta bir kahramanın yaşamından ziyade çoğunlukla geride bıraktığımız bazı değerleri ve yaşam biçimlerini aktarmak istedim. Bunun da en masum halini bir çocuğun gözünden en saf, en masum haliyle yapabilirdim. Aynı zamanda bir yetişkin bakışına da ihtiyacımız vardı. Bu durumda doğal olarak üslup kendiliğinden gelişti. Yetişkin bir bireyin geçmiş hakkında konuşmamasında sorun yok. Bazen o kadar hızlı yaşıyoruz ki durup geriye bakma şansımız olmuyor. Aslında yazı bize bu fırsatı veren en önemli araç. Edebiyat bize durup geriye bakma, bulunduğumuz anı da doğal olarak derinleştirme olanağı veriyor. Bu metinin özellikle öyle bir derdi var. Ama o dert bir kitap olsun diye başlayan bir dert değil. Benim belki hayatla olan derdimdi. Çok hızlı akıp giden ve yeterince tadına varamadığımızı düşündüğümüz bir hayat, onu durup yazı ile yeniden derinleştirebilmek, yazı ile yeniden hayata bakmak, o yüzden o öyküler kısa kısa çok uzun aralıklarla yazıldı. Hatta belki kitaplaşmasaydı ben hayatım boyunca oturup oraya yeni bir öykü yazabilirdim. Çünkü birçoğu ben, oğlum, torunum, babam, eşim tarafından kurulmuş diyaloglar ve yaşanmışlıklar. Yaşanmışlıkların ne kadar azaldığını, giderek yok olduğunu, gençlerin yalnızlaştığını, mahalle kültürünün yok olmasını göstermek istedim. Benim derdim yazı yolu ile geçmişte bıraktıklarımıza neler bıraktık, onların ne kadarını bugüne taşıyabilmek, geleceğe bugünlerden kalacakları bırakabilmek. En azından o kitabı okuyan gençler, çocuklar yaşantılardan haberdar olacaklar. Belki bir de o gözle bakma ihtiyacı duyacaklar.

>>Bir yandan da anneye duyulan özlem bir tesadüf değil…
Evet bir sürü şey öğreniyor. Anneanne ve dede ona son derece sevgi ve şefkat veriyor. Hem kendi ev içerisinde hem de dış dünya ile ilişkilerinde sevgi ve şefkati paylaşmaya dayalı bir dünya sunuyor. Ama biz şunu biliyoruz ki bir çocuğun hayatında hiçbir sevgi biçimi annenin yerini tutmaz. Bu anneanne de olsa dede de olsa. Bir çocuğun hayatında hiçbir sevgi ve şefkat figürü anne eksikliğini dolduramaz. Hele çok erken kaybedilmiş ise. Anne her yaştan sonra bir yoksunluktur, kırk yaşında da elli yaşında da annesiz kalsanız o zaman tam anlamıyla bir yetişkin olduğunuzu hissedersiniz. Ama bir de o sevgiye çok ihtiyaç duyduğunuz çocukluk çağında olduğunuzu düşünün, o zaman annenin yokluğu da o kadar derin, doyurulması da güç olur. Ama hayat işte, insan başka sevgilerle ikame etmeyi ve sürdürmeyi başarıyor, yine de anne yokluğu bir yaradır. Kapanması mümkün olmayan bir yaradır.

>>Şiirle kurduğunuz bağ da çok anlamlı.
Evet öyküler içerisinde şiirler, şarkılar geçiyor. Bunların bazılarını ben kendim yazıyorum, bazıları zaten var olan işler. Ya şair olmanın avantajını kullanıyorum ya da var olan şairlerin dizelerini seçip alıyorum. Bunu yaparken birkaç amacım var. Okurum eğer şiir okumuyorsa, hayatında hiç şiire yer vermemişse kulağında bir tınlama olarak kalsın. Belki merak eder ya da öyle bir tını varsa da en azından o dizeyi okuyup o şairi merak edip bütün dizlerini okumak isteyebilir. O müzikalite şiirin müziği, şiirin tınısı kulağında kalsın istiyorum. Çünkü şiir benim bildiğim bu dünyayı algılayabilmenin içselleştirebilmenin en şahane yolu. Ama yazık ki çok fazla okumuyoruz. Daha doğrusu şiir çok fazla yer tutmuyor hayatımızda. Kitaplarda bunu yapmak isterdim.