Evlatlarının müebbet hapis cezası almasına şükreden ailelerin, oğlunun 18 yıl sonra teslim edilen yanmış kemiklerine sarılarak “şükür bulundu” diye sevinç gözyaşları döken babaların, işkencelerde tüketilen yavrusunun gövdesi hiç olmazsa bir gece evde kalıyor diye şanslı addedilen insanların ülkesi olmamalıydık.

Anne, gel yanıma otur!..

Kokular galiba, hafızamızın en inatçı iz sürücüleri. Her şeyi unutabilirsiniz belki ama kokuları asla! İlk sevgilimi hep burnuma çarpan nergis kokusuyla hatırlarım mesela. İlk anatomi dersini cesetleri korumada kullanan formol kokusuyla, yaz mevsimini ise annemin geniş tepsilerde hazırladığı patlıcan, patates ve biber kızartmalarının kokusuyla hatırladığım gibi.

18 Eylül 1980’de, Bingöl’deki evinden “ifadesini alıp bırakacağız” denilerek götürülen lise öğrencisi Hüseyin Morsümbül’den 40 yıl boyunca haber alınamadı. Hüseyin’in annesi Fatma Morsümbül, “Oğlumun kemiklerini bulsam, omzumda taşıyacağım. Çünkü kokusunu çok özledim” diyordu durmadan. Fatma Anne, 2016 yılında hayatını kaybetti. Oğlunun kokusuna hasret gitti.

Senaristliğini ve yönetmenliğini Ali Aydın’ın yaptığı “Küf” filminde oynamıştım. 18 yıl boyunca faili meçhul oğlunun izini süren bir demiryolu işçisinin filmiydi. Gerçek bir hikayeden yola çıkılarak yapılan film, benim de ilk başrolümdü. Pozantı ve yakınlarındaki bir tren istasyonunun lojmanında haftalarca süren çekimler yapmıştık. Filmin ilk gösteriminin yapılacağı sinemaya Galatasaray’dan yürüyerek gittim. Orada, ellerinde kaybettikleri yakınlarının resimleriyle sessizce oturan insanlar, “Mutlak mekan diye bir şey yoktur. Mekan ancak içerdiği enerjilerle var olur. Zaman da kendi başına hiçbir şey değildir. O da ancak içinde yer alan olaylar sonucu kendini sürdürür” sözünün canlı tanığı gibiydiler.

Hasan Ocak, 1995 yılında gözaltına alındıktan 58 gün sonra kimsesizler mezarlığında boynundaki işkence izleriyle bulundu. 30 yaşındaydı. Kardeşi Maside Ocak bakın neler söylemiş: “Hasan’ımıza adalet istememizden bu yana hafızalarımızda iki fotoğraf var. Birincisi elimizde tuttuğumuz ailemizin güleç yüzlü çocuğu Hasan’ımıza ait olan fotoğraf. İkinci fotoğraf ise Hasan’ı bulduğumuzda paramparça edilmiş yüzünün fotoğrafı.”

MEZARLARLA KONUŞMAK

Yıllar önce dedemle ebemin mezar yerlerini, kaybolmuş taşlarını yeniden yaptırarak annemi ziyarete götürmüştüm. Annem, küçük bir kız çocuğu gibi sevinmiş, anasıyla babasının taşlarına elini sürmüş, dualar okumuş ve onlarla ağlayarak konuşmuştu.

Anamın şükran dolu bakışlarıyla avunurken bir televizyonda İbrahim Aslan’a rastladım. 78 yaşındaki Mardinli İbrahim Aslan da anam gibi “Dualarım kabul oldu” diye sevinçten ağlıyordu. Oğlu Mehmet Emin’in yanmış kafatası ve kemikleri 18 yıl sonra bir kuyunun dibinde bulunmuş da ona seviniyormuş. Oğlunun yıllar sonra bulunan kemiklerine sevinç gözyaşları döken yaşlı adamı izlerken sadece, “Bundan sonraki tüm sevinçlerim bu ülkeye haram olsun” diyebilmiştim.

Leyla Neyzi’den okuduğum bir cümle: “Kokular resimler, sesler, duyduklarımız bizim yeniden hatırlamamızı sağlar ve tüm bunlar sadece bellek değil insanı insan yapan değerlerin de toplamıdır.”

Ama, kederliyim... Değiştiremediğimiz, razı olduğumuz ya da yapabileceğimiz halde yapmadıklarımız yüzünden. Evlatlarının müebbet hapis cezası almasına şükreden ailelerin, oğlunun 18 yıl sonra teslim edilen yanmış kemiklerine sarılarak, “şükür bulundu” diye sevinç gözyaşları döken babaların, işkencelerde tüketilen yavrusunun gövdesi hiç olmazsa bir gece evde kalıyor diye şanslı addedilen insanların ülkesi olmamalıydık.
Oğlum doğduğunda, “Kalan ömrümde senin yerine eksik kalan tüm acıları da, sıkıntıları da yüklenmeye hazırım. Dilerim, sana ağlayacak hiçbir şey kalmasın” cümlelerini yazmıştım.

Hemen yanı başımızda yüzlerce haftadır evlat, eş ve kardeş acısına sarınmış insanlar oturuyor. Bizlere bundan sonra ağlayacak bir şey kalmasın diye ordalar.