*Yazı Mother!/Anne! filmi hakkında bolca spoiler içermektedir.

“(İsa’nın) son akşam yemeğini kim pişirdi? Eğer bir erkek olsaydı çoktan aziz ilan edilip adına özel bir kutlama günü düzenlenmez miydi?’ Bu tür sorular, dünyadaki diğer her şey gibi tarihin de erkeklere aitmiş gibi göründüğünü fark ettiğim ilkokul günlerimden beri kafamda dönüp duruyor. Her ilkokulda bulunan ‘Zamanın Şafağı’ grafiğindeki ilkel adam mesela, yanında yöresinde hiçbir kadın olmadan geleceğe doğru ilerliyordu. ‘Avcı Erkek’ et yiyebilmemizi ve böylece beynimizin gelişmesini sağlıyor, ‘El Aletleri Yapan Erkek’ ok başlarını biçimlendiriyor, ‘Mağara Ressamı Erkek’ sanatı icat ediyordu. Anlaşılan o ki ‘Erkek’, geride kalan bizler adına evrim ağacına tek başına tırmanıyordu. Kimsenin aklına kadınların da bu konuda bir şeyler yapmış olabileceği gelmiyordu.”

Rosalind Miles’ın ta 1988’de yazdığı Who cooked the Last Supper? (Son Akşam Yemeğini Kim Pişirdi?) adlı harika kitapta bu şekilde dile getirdiği temel soru ve sorunların Darren Aronofsky’nin filmi Mother!/Anne!’de ele alındığını görmek hoş bir sürpriz oldu. Yaratım sancıları çekmekten başka bir şey yapmayan bir yazar ve tek başına devasa evi baştan sona tüm ayrıntılarıyla -boya, tesisat ve tamirat işleri de dahil- yaşanabilir bir yer haline getirmek için çalışan kadının hikayesini izlediğimiz Anne!, sembollerle örülü bir anlatı düzeninde Erkek (tanrı) ve Kadın adlı iki temel karakter üzerinden Hıristiyan mitolojisinin evren tarihini sunuyor. Ama bunu dinsel değil eleştirel biçimde, hem de Kadın’ı merkeze oturtarak yapıyor.

Anne!’de kamera sürekli Kadın’ı takip ediyor, izleyici o sırada kadının olmadığı bir mekanda neler olup bittiğini bilemiyor. Diğer odalarda yaşanan olayları görebilmemiz için mutlaka kadının o odaya gitmesi gerekiyor. İşin kötüsü, Kadın evin bir odasındayken başka odalarda mutlaka bir şeyler oluyor: Mutfaktayken mahzene inmesini gerektirecek bir gürültü duyuyor, mahzendeyken yukarıdaki odadan gelen şangırtıya koşuyor, odadayken dış kapının sesini duyup hole fırlıyor, o sırada salonda bambaşka bir şeyler oluyor. Bu gelişmeler sırasında takipteki kamera/izleyici her şeyi -evin/dünyanın tarihini- Kadın’ın algılama biçimlerini paylaşarak görüyor.

Doğrudan ‘varoluş’ ve hayatın anlamsızlığı olgusuna yoğunlaşan böyle bir hikayenin ne kadar yorucu ve bunaltıcı olabileceğini tahmin edersiniz. Bu yüzden film bolca Albert Camus, Franz Kafka ve Samuel Beckett etkisi taşıyor; kendinizi bir şatoda, ne olduğunu bilmediğiniz bir şeyleri beklerken bir kayayı sonsuza dek o duvardan bu duvara taşımaya mahkum edilmiş çaresiz bir hamamböceği gibi hissedebilirsiniz.

Tüm bu anlamsızlığın temelinde bizzat ‘evdeki hayat’ yatıyor. Aslında ev/dünya Kadın/Anne’nin eseridir. Ama Anne’nin emekleriyle ortaya çıkmış bu dünyada her şey Erkek/Baba’nın isteklerine göre şekilleniyor: ‘Baba’ bir kitap yazıp yayıyor dünyaya, o kitabı okuyup kendince etkilenen kitleler evi yangın yerine çeviriyor. Yaratılış (Genesis) ayetleriyle başlayıp kıyameti anlatan Vahiy (Revelation) ayetleriyle biten bu anlatı boyunca İncil’de geçen tüm hikayeleri görüyoruz: Adem’le Havva’nın mutluluk ve mutsuzluğu, Kabil’in Habil’i öldürmesi, Nuh Tufanı başta olmak üzere helak olan kavimler, İsa’nın doğumu ve ölümü…

Böylece, hayatı ve ölümü anlamlandırmak için kurgulanmış hikayeler üzerinden inşa edilen dehşetli bir anlamsızlık yığınıyla karşı karşıya kalıyoruz. Elias Merhige’nin en lanetli haliyle ‘varoluş’u anlattığı muhteşem yapıtı Begotten’dan (1990) sonra bu konuya bu kadar derinlikli yaklaşan tek film Anne! oldu galiba…

Ama Anne!’nin benzer anlatılardan temel farkı, bu anlamsızlık akışında kadının sadece nesne değil özne olarak da sunulmasında yatıyor. Anne! hem son akşam yemeğini kimin pişirdiğini gizleyen tarih yazıcılarını hem de dünyanın gözüyle kadın/annenin tarihinden kurtulup Kadın/Anne’nin gözüyle dünya tarihini anlatmanın mümkün olabileceğini gösterdiği için önemli bir film…