3-4 hafta önceki bir yazıda ‘Moloch’tan söz etmiştim. İbranice’de MeLiK, MaLiK ve MeLeK olarak da okunabilen, sadece ses benzeşmesiyle kalmayıp birbiriyle içerik aktarımında da bulunan bu sözcükler, tek-tanrılı dinlerin kuruluş aşamasında ortaya çıkıyordu. Ortadoğu panteonunda çocukların yakılarak kurban edildiği bir tanrı olan Moloch, ’Baba’nın yasası’ üzerine kurulan İbrahimi dinlerin hiyerarşik örgütlenmesinde bir meleğe (şeytan) dönüşüyordu.

Bu örgütlenme, aslında Yunan, Roma ve Mısır dinlerindeki tanrı ailelerinin baba (Zeus-Jüpiter-Ra ve Osiris), anne (Hera-Juno-İsis), oğullar (Ares-Mars-Anhur ve Astarte), kızlar (Artemis-Diana-Anat), kardeşler (Hades ve Neptün) gibi fazla ‘insani’ tanımlamaların yeni bir ilahiyat boyutunda tanımlanmasından başka bir şey değildir. Aynı durum İskandinav, Aztek, Hint ve Okyanusya inanışlarında da geçerli, ama onlar kendi tek-tanrı süreçlerine geçemeden Ortadoğu tek-tanrılarının dünyayı istilası başlamıştı bile…


Tanrı düşüncesinin sosyolojik evrimine baktığımızda, tarım devrimiyle birlikte aile ve mülkiyet kavramlarını geliştiren insanlığın, bu aile merkezli algıya uygun bir tanrılar alemi yarattığını görüyoruz. Köleci toplumdan feodal topluma doğru ilerlerken belirginleşmeye başlayan tek-tanrı düşüncesinin oluşum sürecinde, örneğin Zeus’un ‘tek yüce tanrı’ya, yeraltı dünyasını yöneten kardeşi Hades’in şeytana, diğer tanrıların da belli yükümlülüğü olan meleklere (hava/iklim olaylarından sorumlu melek, haberci melek vs) dönüştüğüne tanık oluyoruz.

***

Bu sırada ataerkil ve erkek-egemen akıl öyle güçlüdür ki, ilahiyat tartışmalarında her ne kadar tanrı ve melekler cinsiyetsiz (ya da cinsiyetlerüstü) olarak nitelense de, aslında tüm bu inançların baba otoritesi ve onun etrafını kuşatan erkek meleklerle örgütlenmesi kaçınılmazdır. Başta Hollywood filmleri olmak üzere kitle kültürü ürünlerinde sunulan Şeytan, Cebrail, Azrail gibi figürlerin daima erkek olması boşuna değil yani -gerçi bu bilgi için kitle kültürü ürünlerine de gerek yok; Cebrail (Gabriel), Mikail (Michael-Miguel), İsrafil isimlerini taşıyanlara bakmanız yeterli.

Yaklaşık 30 yıl önce kendini hissettirmeye başlayan, son 20 yılda ise iyice netleşen ilginç bir geçiş yaşanıyor; ‘erkek-tanrı ve melekleri’nden ‘tanrı ve ailesi’ne doğru, özellikle Hollywood filmleri ve TV dizilerinde gözlemlenebilen ilginç bir retro-kültürel geçiş bu…

1990larda, Disney’in ünlü animasyonu Hercules/Herkül ile başlayıp televizyon dizileri Odyssey, Herkül ve Zeyna ile yaygınlaşan ve popülerleşen bir panteist anlatılar dönemine girdik. Hollywood Olimpos’u hiçbir zaman tümüyle yok saymamıştı elbette; Helen of Troy (1956), Jason and the Argonauts (1961), The 300 Spartans (1962), Hercules in New York (1970), Clash of Titans (1981) gibi pek çok meşhur film Yunan mitolojisi üzerine kurulmuştu -kitle kültürü ürünü olmadıkları için Orphee (Jean Cocteau, 1950), Medea (Pasolini, 1969) gibi müthiş Avrupa örneklerini bu tartışmanın dışında tutuyorum. Ama bir binyıl bitip yenisi başlarken, Hollywood sanki bir milenyalizm krizine tutulmuş gibi, çoğunluğu gişe başarısı da yakalayan panteist mitoloji filmleri üretmeye başladı: Jason and the Argonauts (2000), Troy (2004), 300 (2006), Clash of Titans (2010), Immortals (2011), Wrath of Titans (2012), Percy Jackson serisi (2010, 2013), Hercules (2014), Athena: The Goddess of War (2014), Wonder Woman (2017). İlk anda aklıma gelenler bu Olimpos öyküleri. Bunlara Mısır ve İskandinav kökenli tanrı ailelerinin hikayelerini -The Scorpion King (2002), Ragnarök (2013), Gods of Egypt (2016), Valhalla (2019), Thor serisi (2011, 2013, 2017, 2022)-, başta Justice League olmak üzere Marvel ve DC’nin süper-kahraman pantheonlarını, Neil Gaiman’ın Anansi Boys ve Dan Simmons’ın müthiş Hyperion serisi gibi romanları, çok sayıda TV dizisi, bilgisayar oyunu ve çizgi romanı da eklediğimizde ortaya epey ciddi bir liste çıkıyor.

***

Son yüz yılda, tekniği ve ideolojisiyle üretim biçimlerimiz değişti, hatta 1948’den itibaren üretim paradigması yerini tüketim paradigmasına bırakmaya başladı; kapitalizm bize pek çok şeyin post ve neo versiyonlarını sundu (sadece post-modernizm ve neo-faşizm değil, çok tuhaf post-köleci ve neo-feodal yapıları da gördük). Dinsel düşüncenin kültürel alandaki bu ilginç geriye dönüşünü hem bu toplumsal değişimler çerçevesinde, hem de ataerkil yapının çözülüşü ve kadınların yeniden yükselişiyle bağlantılı olarak ele almak lazım sanıyorum. Önümüzdeki yazılarda bu konuya tekrar döneceğiz.