Türk sinemasında son dönem ortaya çıkmaya başlayan ciddi bir distopik ton var, Antalya’da yarışan on iki uzun metraj filmde de bu hemen teşhis edilebiliyor. Distopik derken bunu toplumsal ruh halimizi belirleyen bir karamsarlığın tasvirine işaret etmek için kullanıyorum.

Antalya’da distopya ve dezenfektan bir arada

Murat Tırpan

Antalya’da bu yıl filmlere kolonya, dezenfektan kokusu eşlik ediyor. Salgın ortamına inat gösterimler kurulan açık hava sinemalarında sürüyor Altın Portakal’da. Elbette eski coşku yok, izleyicilerin sayısı düşük, röportajlar sönük ve az sorulu geçiyor ama yine de ulusal yarışmasıyla, film forum, film okulu ve diğer tüm etkinlikleriyle festival bu zor zamanlarda hem sinemayla olan ilişkimizi sıcak tutuyor, hem yönetmenlere alan açıyor ve elbette endüstriye destek sağlıyor.

Festival yönetimi salgına karşı elinden gelen tüm tedbirleri almış görünüyor, ama yine de ekipler, biz eleştirmenler ve tüm konuklar çekinerek giriyoruz filmlere ve etkinliklere. Ama sonuçta maskeli halimizden zaman zaman çok sıkılsak, film sohbetlerimiz gayet mesafeli hale gelse de mutluyuz.

Film Forum ve Film Okulu gibi etkinliklerin online olarak yapılması -her ne kadar festivalin canlılığını yitirmesine neden olsa da- doğru karar. Öte yandan elbette en üzücü olan mesela ulusal uzun metraj yarışmasındaki filmlerin ne zaman vizyona gireceğinin belli olmaması. Elbette bir de Antalya Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in hasta olması festivalin buruk geçmesinin başlıca nedenlerinden.

‘YENİ DİSTOPİK TÜRKİYE SİNEMASI’

Filmlere gelirsek, şahsen Ulusal Uzun Metraj SİYAD jürisinde bulunduğum için festivalin uzun metrajları hakkında değerlendirme yapmam şu an için doğru olmaz ancak bu yıl öne çıkan bazı temalar, akrabalık bağları üzerine konuşabiliriz sanırım. Burada sinemamızda bir süredir gördüğümüz yeni bir tonun gayet net bir şekilde teşhis edilebildiğini görüyoruz. Yeni bir kavram atalım ortaya ve buna “Yeni Distopik Türkiye Sineması” diyelim buna.

Malum Türk sinemasında son dönem ortaya çıkmaya başlayan ciddi bir distopik ton var, Antalya’da yarışan on iki uzun metraj filmde de bu hemen teşhis edilebiliyor. Distopik derken tamamen türsel bir kavramı işaret etmiyorum, bunu toplumsal ruh halimizi belirleyen bir karamsarlığın tasvirine işaret etmek için kullanıyorum. Bu eğilim elbette anlaşılabilir, distopik evrenlerin sinemamızda sık görülmeye başlanması ülkenin içinde bulunduğu umutsuzluk haliyle, boğuştuğumuz sorunlarla çok yakından ilişkili. Daha önce Yol Kenarı, Körfez, Peri: Ağzı Olmayan Kız, Aden, Son Çıkış, Saf, Kaygı gibi filmlerde gördüğümüz bu tematik aks Antalya’da da başta Erdem Tepegöz’ün Gürcistan’da bir eski santralda çektiği Gölgeler İçinde olmak üzere Azra Deniz Okyay’ın Hayaletler’inde, hatta Tankut Kılınç’ın Dersaadet Apartmanı’nda ve diğer filmlerde farklı anlatım seviyelerinde karşımıza çıkıyor. Özetle Antalya’da hayaletler, hortlaklar, vicdan azabı çeken ve intikam peşinde ve elbette borcunun altında ezilen karakterler dolaşıyor bu yıl.

antalya-da-distopya-ve-dezenfektan-bir-arada-790453-1.

HER ŞEYE RAĞMEN UMUTLU SON

Bu katlanması zor, kasvetli ve fena halde gürültülü distopik Türkiye tarifi, elbette İstanbul ve şehirdeki kentsel dönüşüm ortamı, göçmenler ve ataerkil baskı ortamının sinematografik tasvirinde hayat buluyor. Bu dispotik sinemanın üç ana ekseni var: Ataerkil tahakküm, borçlu olma hali ve kentsel dönüşüm ıstırabı. İnsanlar İkiye Ayrılır, Çatlak, Kumbara ve Hayaletler’in kahramanlarının belirgin bir şekilde muzdarip olduğu bu atmosferi ağırlaştıran, çok iyi bildiğimiz bir ruh hali borçlu olmak. Dozer gürültüleri ve ataerkil bakışlar altında yaşamaya çalışırken bir de borçlu olmanın çıkışsızlığı mevcut. Antalya filmlerinde Hayaletlerin -her şeye rağmen- umutlu sonu, Gölgeler İçinde’deki bilinçlenme anı ve biraz da Reis Çelik’in aşık geleneğine dönmenin erdemini dert eden Ölü Ekmeği dışında çok da mutlu bir son yok.

Türkiye sineması bu dertlerle mücadele etmek için bazı çözümler öneriyor elbette, kumbarayı kırmak zorunda kalan kahramanlardan sistemi kendi oyunuyla yenmeye çalışıp Kuzguncuk’ta bir kafe sahibi olanlara, örgütlenerek baskıya isyan edenlere ya da her zamanki gibi taşraya dönüp iyileşenlere, eve anneye sığınmaya kadar birçok öneri var ortada. Bir de bu karanlık geleceği kahramanlarının geçmişiyle yüzleşip intikam alanları da var, Gelincik’teki, Kar Kırmızı’daki gibi. Ama elbette bir de gece yarısı ortaya çıkıp bizi Hayaletler’e dönüşmeye çağıranlar var.

Bu yeni distopik Türkiye sinemasının meselesi sıklıkla bu, kurtulmak için taşraya dönüp iyileşmeyi mi deneyeceğiz, yapabildiği tek şey birilerinin arabasını çizmek olan insanlar olarak anne rahmine dönüp kendimizi mi koruyacağız yoksa tam aksine annenin Kumbara’sını kırıp borcumuzu mu ödeyeceğiz? Ama yoksa daha punk ve protest bir tavırla bu çok parçalı sorunlarla boğuşurken bir gece yarısı hayaletine mi dönüşeceğiz? Hayaletler sorunun çok parçalılığını ifade etmeye çalışarak buna uygun bir sinemasal yapı kurarken Gölgeler İçinde gözetlenme ve kontrol meselesinde yepyeni bir yerde olduğumuzu gözetleme kameralarını başka bir mefhuma dönüştürerek yapıyor.

Antalya’da iyi olan şu, iyisiyle kötüsüyle sonuçta minimalist Türkiye sinemasının, birbirini takip eden şablonlarının neredeyse sona erdiğini görüyoruz.

İçinde yaşadığımız çağın çok parçalı, bunaltıcı sorunlarını anlatabilmek ve mücadele edebilmek için sinemamızın da yeni anlatım biçimleri ve perspektifler geliştirdiğini (en azından denediğini) görüyoruz. Yarın verilecek ödülleri kim kazanırsa kazansın sinemamızın yeni bir noktaya evrilmekte olduğu ortada.