Egemenlerin sansür çabaları sadece kendilerini rezil edecek, kendi kendilerini gülünç duruma düşürecek. Her şeye rağmen festivaller hâlâ bizim!

Antalya Film Festivali: Antalya soğuğu

Başlık yanıltmasın, havalar gayet iyiydi Antalya’da. Denize girilebilecek kadar iyiydi. Soğuğun iki manası var. Birisi benim için festivalin en büyük sürprizi olan Kalandar Soğuğu filmi; ikincisi ise gazeteciler olarak ilk defa bir festivalde soğuk karşılanmış (festival kataloğunu festivalin yarısı bittikten sonra alabildik vs.) olmak. Haklarını teslim edelim, toplantı talebimizden ve şikâyetlerimizi ilettikten sonra, sorunları düzeltmek için ciddi bir çaba sarf ettiler. Ama sonra yine, son günlerde herkese dağıtılan bir festival kitabının (Türk Sinemasında Kadın Yönetmenler adlı kitap) sinema yazarlarına verilmemesi, iyiye işaret değildi.

Kalandar Soğuğu ise ilk kez bu festivalde seyrettiğim filmler içinde en iyisiydi. (Sarmaşık, Misafir, Saklı vb, daha önce Malatya jürisindeyken seyrettiğim ve bu yüzden üzerine yazmayacağım iyi filmler). Kalandar Soğuğu’nun finali ciddi sorunlar içeriyor. Maden arayarak maddi sorunlarına çözüm bulmak isteyen ve bu haliyle Umut’un arabacı Cabbar’ını hatırlatan bir adamın hikâyesi Kalandar Soğuğu. Filmin “Her işte bir hayır var”cı, “aptala malum olur”cu (çünkü onlar tanrıya daha yakındırlar!) ve yöre halkının madenlere direnişini gözardı edici tavrı bana son derece ters düşüyor. Ama karşımızda Mustafa Kara adlı yeni ve çok iyi bir yönetmen var; bu çok sevindirici.

Antalya’daki yeni bir olgu ise TRT’nin desteklediği filmlerdi. Kalandar Soğuğu bunlardan biriydi. Ama asıl büyük destek Muna ve Çırak adlı filmlere gitmişti. Bu filmlerin ideolojik olarak sağda durdukları söylendi, ben festivale katıldığımda bu iki filmin de gösterimi yapılmıştı. Ama şöyle bir gerçek de var: Bu desteklerle sağ da eninde sonunda kendi sanatçılarını yetiştirecek. O zamana kadar festivallerin kapanış törenlerine, Can Dündar’lar, Erdem Gül’ler, Tahir Elçi’ler, Yılmaz Güney’ler, Nâzım Hikmet’ler ve Karadeniz’in direnen kadınları damgasını vuracaklar, bu yıl olduğu gibi... Egemenlerin sansür çabaları ise sadece kendilerini rezil edecek, kendi kendilerini gülünç duruma düşürecekler. Her şeye rağmen festivaller hâlâ bizim!

***

KÖTÜ BİR BABA KÖTÜ BİR PATRON: STEVE JOBS

antalya-film-festivali-antalya-sogugu-95710-1.

Son sürat bir laf dalaşıyla açılan bir film hatırlıyor musunuz? Ya da dahi olduğu söylenilen ama aslında kendisinin keşfettiği hiçbir şey olmayan; sahip olduğu şirketlerle dünyanın en zengin adamları arasına giren ve iletişim biçimimizde yaşadığımız değişikliklere damgasını vurmuş ama kendisi kimseyle sağlıklı iletişim kuramayan birisine dair bir film hatırlıyor musunuz? Sosyal Ağ filmi aklınıza gelmiştir. Facebook’un patronu Mark Zuckerberg hakkındaki film. Steve Jobs filminin senaristi Aaron Sorkin, hem “Steve Jobs”ın hem de “Sosyal Ağ”ın senaristi. Bu iki filme de damgasını vuran filmlerin yönetmenleri Fincher ve Boyle değiller, senarist Sorkin. İki film de Amerika’da çok beğenildi. Sosyal Ağ bizde tutmadı. Steve Jobs’ın da tutacağını sanmıyorum.

Bir defa anadili İngilizce olmayanlar için bu söz düellolarını izlemek son derece güç. İkincisi Steve Jobs, Sosyal Ağ’dan daha kötü bir film. Filmde gördüğümüz insanlar derinliksiz, ilgimizi çekecek özelliklerden yoksunlar. Hele Steve Jobs nefret edilesi bir karakter. Film son anda ona bir sempati halesi örmeye çalışıyor ama bu sevimsiz heriften nefret etmekten çoktan yorulmuş oluyoruz. Filmde, Jobs’ın evli ve üç çocuklu bir adam olduğunu hiç göstermemesi, kadınlarla ilişkisi geçmişte kalmış bir adam gibi çizilmesi de anlaşılır gibi değil. Evlatlık verilmiş olmasıyla, eski bir ilişkisinden olan kızını reddetmesi arasında bir ilişki olduğu kesin ama film bu konuda da pek derine inemiyor.

İpodlar ve iphone’lara ise hiç gelmiyor. Fakat Facebook ve Apple’ın patronlarının hikâyeleri biraz doğruysa, kapitalizm kötü ve acımasız insanları, sosyopatları ödüllendiriyor. Bu da kıssadan hissemiz olsun!

***

MACBETH

antalya-film-festivali-antalya-sogugu-95711-1.

İKTİDAR HIRSI VE HASET

Yeni “Macbeth”, Michael Fassbender’in iyi oyununa rağmen başarılı bir uyarlama değil. Shakespeare’in ünlü oyununda bir savaş beyi olan Macbeth, kahramanlıkları karşısında kral tarafından taltif edilir. Bu ani yükseliş, Macbeth’in eşinin iktidar hırsını daha da kamçılar. Kral, gece Macbeth’lerin ocağına kalmaya geldiğinde, kadın kocasını, kralı öldürmeye dair ikna eder. Macbeth kral olur olmasına ama suçluluk duyguları karı kocanın peşini bırakmaz. Artık bir kâbusta yaşamaya başlarlar. Kâhinler ne dediyse olacaktır ve kâhinler iyi şeylerden haber vermemişlerdir.

Yeni Macbeth doğrusu sadece savaş sahneleriyle eski yorumların önüne geçebilir. Bir tek o sahnelerde geçmişte görmediğimiz bir şiddet var. Ama bu şiddetin estetize edildiği de rahatlıkla söylenebilir. Bunun dışında kahramanlarının paranoyasına, suçluluk duygularına, ödipal karmaşalarına yönelik filmin yeni bir şey eklemediğini söyleyebilirim. Çocuksuzluk kadınları nasıl da kötü etkileyebiliyor! Kafkas Tebeşir Dairesi’nden geçen haftaki Pitt/Jolie ortak ürünü “Hayatın Kıyısında”ya ve oradan Macbeth’e uzanan ortak bir temadan söz etmek mümkün. Bu anlatıların tümünde de çocuksuz bir kadın hasette sınır tanımıyor.

Anneliği kadın olmanın önşartı olarak gören ataerkil kültür kuşkusuz bu tür davranışlarda önemli bir sebep ama muhtemelen Freudyen başka mekanizmalar da iş başındadır diye düşünüyorum.