İki yüz yıllık modernleşme sürecinin sonunda Cumhuriyet’in cenaze namazını kılma aşamasına varıp kimliği-yönü-yarını belirsiz, hümanist kültürden büsbütün kopuk yığınlara dönüştük

Anten ve dinamit

‘Step ve Bozkır-Rusça ve Türkçe Edebiyatta Doğu-Batı Sorunu ve Kültür’ adlı yapıtında Murat Belge, “Geçmişe bakınca büyük bir imparatorluğun (baba) güven veren görkemini gören Osmanlı aydını” için bu simgenin Batılılaşmayı ifade ettiğini, ölçü kaçarsa ortaya çıkacak ‘Batılı züppe’ tipinin bir süre sonra ‘Batılı hain’ olmaya evrileceğinden duyulan endişeyi, çöken bir imparatorluk sonrasındaki durumun onur kırıcı olarak algılanışını, güçlenip Batılıları yenme düşüncesinde birleşilse de yöntemlerde uzlaşılamadığı için hayatın tartışmalarla geçtiğini belirttikten sonra sorar: “Bütün bu insanlar niçin Batılılaşmaya çalışıyorlar, niçin Batılı gibi olmak istiyorlar? Batı’nın hegemonyasına son vermek için. Yani taklitin temelinde rekabet yatıyor. Hatta daha da ötesi, düpedüz düşmanlık var. Kendi içinde çelişik, şizoid bir durum.”

‘İntelligentsia’, dünya dillerine Rusçadan yayılmış bir kelime. “Bir ulus içinde ayrı, tanınan ve kendi bilincinde de olan bir tabaka oluşturmuş, iyi eğitim görmüş, entelektüel-toplumsal ya da siyasi bir güç olarak kendine yol gösterici bir rol talep eden ya da bu rolü kendine biçen sınıf” şeklinde tanımlanabilir. Troçki’den alıntılayarak “Intelligentsia, Avrupa kültürünün içine uzatılmış ulusal bir antendi” diyen Belge, Avrupa kültürünün içine anten uzatma konusunda Osmanlı’nın yetersiz kaldığını, “Müslüman Osmanlı gencini tutup gâvur ülkesine ‘Git de onlardan öğren’ diyerek göndermenin manevi bakımdan zor bir iş olduğunu” vurgulayarak ekler: “Geri gelen genç, kendi memleketinde gördüğü hiçbir şeyden hoşnut değil, homurdanıp duruyor; anten olmaktan çıkıyor, dinamit gibi bir şey oluyor.”

Buraya kadar tamam ama, ben, modernleşme tarihimiz dahil, maddi yapısına ilişkin sahici dönüşüm gerçekleştirememiş bir ülke görüyorum Türkiye’ye baktığımda. Batıyı içeriden tanıyan, yıllarını İsveç’te geçirmiş ve anten olmaktan çıkıp da dinamit gibi bir şey olmamış, onurlu insan-değerli yazar Demir Özlü’nün ‘Sürgünde On Yıl’ kitabındaki tespitlerini doğru buluyorum:

“27 Mayıs hareketiyle birdenbire toplumda ortaya çıkıveren radikal toplumsal reformlar gereksinimi altı ay sonra tavsamış; toplum o dinamiklerinden yoksun, kendiliğindenci uzlaşmaya (bir anlamda yerinde saymaya) bırakılmıştı. Böylece, sadece 27 Mayıs’ın getirdiklerini değil, getirmek istediklerini de ortadan kaldırmak isteyen bir tepkici akım egemen olacaktı” (Nasıl da Gezi sonrası Türkiye’ye benziyor!) Demir Özlü’ye kulak vermeye devam ediyorum: “Türkiye yeniden kendi haline, yani o homojenleşmemiş, belli bir modele göre oluşmayan bir birikintiyi, üst üste atılmış bir tarihsel kalıntılar yığınını andıran yapısını sürdürmeye devam etti. 1961 Anayasası’nın kapısını açtığı reformlar, Türkiye’nin yapı bakımından homojen ulus-devlet olması için son şansıydı.” Ulus-devlet ifadesini görenlerin bir kısmı burada bırakacaklardır okumayı, yine de devam edeyim: “Ulus-devlet kavramıyla mutlaka tek uluslu bir devleti kastetmiyorum; toplumsal, ekonomik yapısı uyumlu, çok uluslu modern devletler de vardır.”

İnsanımızın ortalamacı, ödüncü, radikallikten uzak tavrı malum. Düşünsel olarak kof, temelsiz olduğumuz gibi Batı ülkelerini ‘yaban’ görüyor, ‘Anadolu irfanı’ filan diyerek kendi kendimize övünmeyi sevsek de Doğulu olmayı da pek istemiyoruz. “Orda zaman geçiyor, karışıklıklar atlatılıyor, ardından gene sakin, düz zaman parçalarına varılıyor; sonuçta gene hiçbir şey değişmiyor. Bu yüzden, bitmek tükenmek bilmeyen -dinamizmden uzak toplumlara özgü- sonsuz bir zaman var Türkiye’de.” Ya despotlar ya fırsatçılar, bazen de ikisini bünyesinde birleştirenler iktidara geliyor; entelektüelleri de, hapiste-sürgünde değillerse, erotizme, alkole, yolculuklara sığınıyorlar (Ruhun baskılandığı yerde gövdenin güçlerine sarılarak varoluşu hatırlamakta, düşüncenin bu kadar ezildiği ortamda kafayı bir parça dağıtarak mutluluk arayışında ölümüne kınanacak yan da görmüyorum doğrusu.)

Hem, kendimizi yetiştirme uğruna onca çabamızdan sonra kaçımız yurt yönetimine katılabildi, Türkiye hangimizin birikiminden yararlanabildi ki? Batı kültürünün içine uzatılmış ulusal antenler olmak istedikçe başımıza gelmeyen kalmadı. İki yüz yıllık modernleşme sürecinin sonunda Cumhuriyet’in cenaze namazını kılma aşamasına varıp kimliği-yönü-yarını belirsiz, hümanist kültürden büsbütün kopuk yığınlara dönüştük.

Özgürlük alanımızı her an büyütmek, özgür insanlar olmayı her gün yeniden hak etmek, bunun için de yönetimde demokrasiyi kayıtsız koşulsuz egemen kılmak gerekirken içine düştüğümüz şark usulü kepazeliğin hesabını sormayı çocuklarımıza bırakacaksak çoktan yenildik demektir. Zira onları hiçbir güç bu ülkede tutamayacak, kendilerini yutmak için açılmış canavar ağzından ve onun durağan/kötü sonsuzluğundan uzağa, ‘Oyuncak Hikâyesi’ndeki Buzz Işıkyılı’nın yaptığı gibi, macera-heyecan-özgürlük dolu “sonsuzluk ve ötesine” gideceklerdir.