Türkiye’nin birincil sorunu ne terör, ne de Kürt, fakat Erdoğan sorunu. Her şey onun tek adamlığını, mutlak despotluğunu kurup pekiştirmeye yönelik.

Çözüm ve barış yolunda adımlar atılıyormuş da, umutlar arttıkça başta PKK, bütün muhalifler bu gidişi sabote etmek için harekete geçiyorlarmış; ama yine de ‘açılım’ sürdürülecekmiş: Bunlar ya hepten ahmak ya da herkesi ahmak zannediyorlar.

Habur, yasaları oyuncak edip yargıyı araçsallaştıran bir PİAR aldatmacasıydı. Oslo ve benzeri görüşmeler ise, yine Erdoğan’ı her meselenin tek sahibi, hakimi ve çözücüsü ‘yüce reis’ konumuna yükseltmeye, bunun ön koşulu olarak da legal siyaset alanındaki diğer bütün aktörleri devre dışı bırakıp etkisiz ve marjinal kılmaya yönelik, gayri meşrûluğunun yanı sıra hem tekinsiz hem de uğursuz bir manevradır.

Başbakan, önce bu görüşmelerin yapıldığını reddedip herkese yalan söylemiş, insanlara ‘şerefsiz’ diye hakaret etmiş; ancak Oslo kayıtları ortaya çıkıp kendisi de bu görüşmelerin kendi talimatıyla yapıldığını açıkça beyan ettikten sonra hepimizden özür dilemek bir yana hakaretlerini bile geri almamıştır: Neyse, kem söz sahibine aittir.

Oslo, gerçekten çok vahimdir; hem de pek çok yönden. Her şeyden önce, Erdoğan ‘Kürt sorunu’nu çözmek üzere PKK’yla ve sadece PKK’yla masaya oturuyorsa, bütün Kürtleri peşinen PKK’ya yazmış, PKK’yı bütün Kürtlerin tek temsilcisi olarak kabûl etmiş olmaktadır: Tümüyle antidemokratik bir keyfîlik. Daha da önemlisi, PKK AKP’nin gözünde bir ‘terör örgütü’dür; ki bu şekilde bütün Kürtler terorist/terör destekçisi konumuna yerleştirilirken toplumun diğer kesimleri tarafından linç edilecek bir hedef hâline getirilmiş olmaktadır.

Gerek sayıca az, gerekse fiziken daha güçsüz olanları sayıca fazla ve/veya fiziken güçlü olanların nezdinde şeytanlaştırıp hedef hâline getirerek linç tehdidi altında sindirip yıldırmak, Erdoğan’ın hemen her durumda başvurduğu bir yöntemdir: Kürtlere karşı Türkler, Alevîlere karşı Sünnîler, doktorlara karşı hasta yakınları, öğretmenlere karşı öğrenci velileri vb….

Antep vahşetine bakarken de başbakanın bu linçciliğini gözden kaçırmamak gerekir: Yaralılar hastaneye bile ulaştırılmamışken BDP binalarına karşı  toplu saldırılar başlıyor, İçişleri Bakanı “ bunlar beklediğimiz, hatta doğru bulduğumuz tepkilerdir, duyarlılığın ifadesidir” derken, Başbakan yardımcısı da “son Gaziantep saldırısı uluslararası arenada Türkiye’nin elini çok güçlendirdi” açıklamasını yapıyor; biz ise Hakan Fidan yasasının nasıl panik içinde ve ‘aman, iş gelip başbakana kadar dayanmasın’ diye alelacele çıkartıldığını hatırlıyor ve böyle bir eylemin başbakanın ‘linç tehdidi üzerinden sindirme’ stratejisi açısından ne kadar işlevsel olduğunun idraki içinde, arabanın çalınmasından patlatıldığı ana kadar uzanan süreçte başbakana doğrudan bağlı elemanların pekâlâ -dolaylı veya dolaysız- bir rolleri olabileceğini düşünüyoruz.

Neyse biz tekrar Oslo’ya dönelim: Doğrudan doğruya elindeki silah sayesinde devlet tarafından muhatap, üstelik de tek muhatap olarak alınmış bir örgütün bırakacağı en son şey, tabiî ki yine silahı olacaktır; hele ki, aynı devletin, silahsız siyaset yapanları -önlerini kesmenin de ötesinde- ne denli hukuksuzca/keyfîce cezalandırıp zulme uğrattığı en başta kendisinin malûmu iken. Bu demektir ki, örgüt o masada silahını bırakmayacak, tam tersine kendi silahlılığını devlet nezdinde de meşrûlaştırıp -meşrû silahlılık devlet tekelinde olduğuna göre de- devletin hükümranlığından pay almak için oturacaktır.

Böyle bir sonuca ulaşamadığı veya böyle bir sonuçtan ümidini kestiği hâlde yapacağı şey ise -silahı sayesinde muhatap alınmış olduğuna göre- pazarlık gücünü arttırmak üzere elindeki silahı daha da etkili kullanmak olacaktır. Şu ya da bu sebepten, böyle yapmazsa ortaya çıkacak durum, daha da vahimdir: Elindeki silah yasal bir statüye kavuşamadığı ölçüde, örgüt tabanı, gerek örgüt içinde aksi yönde söz sahibi ve etkili olabilmek ve/veya devlet tarafından ka’le/muhatap alınmak üzere örgüt yönetiminden bağımsız olarak silaha başvuran çeteler hâlinde bölünürken, az sayıda insan ve güçsüz bir donanımla en yüksek sesi çıkartıp en fazla etkiye sahip olmanın kaçınılmaz yolu olarak en beklenmeyen hedefleri seçip en savunmasız insanları vurmaya dayanan eylemlere, yani gerçek anlamda terör eylemlerine yöneleceklerdir.

Özetlemek gerekirse, AKP’nin Dale Carnegie destekli Sülün Osman numaralarıyla kotarmaya çalıştığı yarı açık yarı kapalı ‘açılım’ tezgahının bizi bugün getirdiği nokta, tam bir şiddet sarmalı olmuştur.

Yapılacak ilk şey, bir toplumun problemlerinin Amerikanvari soytarılıklar ve Tophane tarzı kabadayılıklarla çözülemeyeceğinin bilinci içinde, her şeyden önce 12 Eylül faşizmiyle Özal melûnluğunun getirdiği ayırımcı ve bölücü bir hak kısıtlaması durumundaki mevcut seçim sistemi ve siyasal partiler yasasını tümüyle ortadan kaldırıp, özünde tutucu ve tarihsizleştirici bir tuzaktan başka bir şey olmayan ‘farklılara özgürlük’ün ötesine geçip, ‘farklılaşma özgürlüğü’nün yasal zeminini kurmaya yönelmektir.