Çok ama çok uzun yıllar önceydi. Henüz “lisanslı ürün” nedir bilmezken annemize, anneannemize âşık olduğumuz renklerde atkı, bere örmesi için yalvardığımız yıllardı. Futbolcuların boyunu, posunu, eski takımını sakızların içinden çıkan kartlardan öğrenip o kartları en büyük hazinemiz sayardık. Galip geldiğimiz haftanın spor sayfasını kesip saklar hatta o haberlerden albümler yapardık. Amcamız isterdi, dayımız isterdi takım değiştirmemizi bir formaya kaşılık ama mümkünü yok “dönmezdik.” Çünkü bize göre o takımlı “olunmaz, doğulurdu.” Hele “döneklik” başa gelebilecek en kötü şeydi. İyi-kötü, ama işportadan ama mağazadan alınmış; renkleri birbirlerini tutmayan formalarımız vardı. Mahallede kimin hangi futbolcu olduğu bile belliydi.

Ne kadar kızsak da rakip takım taraftarlarına, tezahürat masumiyetimiz çocukluğumuza yakışır cinsteydi. “Fener dünyayı yener” diyene “Galata’ya gelince pıs diye söner”denirdi. Buna karşılık rakip “ana-bacı” yapmaz en fazla “döner döner onu da yener” derdi. Kafiyelerle beslediğimiz, melodilerimiz vardı. Büyükleriyle maça gidebilme lüksüne sahip olan bazılarımız orada yapılan tezahüratları mahalleye taşırdı. Oradan kulağımıza gelenler de “ahlaka mugayir” sayılmazdı. Rakibe yaptığımız en ufak saygısızlık Metin Oktay’ı Fenerbahçe formasıyla gören büyüklerimiz tarafından ayıplanırdı. Önemli olan kendi takımının başarısıydı. Rakip takımın başarısızlığıyla prim yapmak, el şeyiyle gerdeğe girmekti; bize yakışmazdı.

Sonra yıllar geçti ve aynı şarkıda dendiği gibi “biz büyüdük ve kirlendi dünya.” Önce galip gelmek için her yol mübah oldu sonra da kendimizi bırakıp rakiple uğraşmaya başladık. Endüstriyel futbolun çarkı içinde ezilmeye başladıkça saldırmaya; saldırıp yaraladıkça mutlu olmaya başladık. Tribünler eğlendiğimiz, çoştuğumuz değil hayata nefretimizi, tüm haftanın stresini futbol kıyafeti giydirip kustuğumuz yer oldu. Ve işte “anti” kültürü de buradan sonra doğdu. Hangi takımlı olduğumuz sorulduğunda “Anti-Fenerbahçe” “Anti-Galatasaray” demeye başlandık. Kendi galibiyetimize değil, rakip mağlubiyetine sevinir olduk. Ligdeki yarışta rakibimizin yenilmesini temenni etmek, yerini oynadığı takımı desteklemeye bıraktı. Bu durum öyle korkunç bir hal aldı ki bir baktık ülkemizin temsil edildiği Avrupa maçlarında bile “anti” hale gelmişiz. Elin İngiliz’i, Alman’ı bize gol attığında komşudan gelen “goooll” sesi bizi daha da “anti” yapmış.

Perşembe akşamı hepimiz Beşiktaş’ın Liverpool’u elediği tarihi penaltılara tanık olduk. Bildiğimiz gibi Beşiktaş Liverpool’a; Liverpool İstanbul’a ve Atatürk Olimpiyat Stadı’na yabancı değildi. İngilizler on yıl önce  Şampiyonlar Ligi Kupası’nı aynı stadda kaldırmış, ayrıca daha önce Beşiktaş karşısında çok farklı bir galibiyet almıştı. 1-0‘ın rövanşında hepimiz tedirgin oturduk koltuklarımıza. Fakat Beşiktaş’ın attığı golden sonra sosyal medyada yazılanlara ve farklı takımdan arkadaşlarımla yazıştıklarıma bakınca kimsenin “anti” olmadığını aksine Beşiktaş’a destek bir ruh haline girdiklerini gördüm. Bağdat Caddesi’nde bayraklarıyla sevinen Beşiktaşlıları, tezahüratları görünce içim açıldı, umutlandım. “Bir” olmanın “anti” olmaktan büyük olduğu fark edilsin istedim. Milletçe birlikte sevindiğimiz Avrupa maçları gibi hissettim. O an yıllar öncesine dönüp Neuchatel Xamax maçı sonrasında küçük küçük yırttığı resim defterinin sayfalarını boyayıp camdan aşağı atan; sabah uyandığında tüm sokağı sarı- kırmızı görünce sevinçten deliye dönen çocuk oldum.