Tüm dünyada İslamcı politikaların öncelikle günlük hayata (/kamusal alan) hâkim olmak, toplumsal dönüşümü oradan başlatmak hevesleri de bilinmeyen bir şey değil

Antidepresan katkılı “münferit tekmeler”

YAVUZ ÇOBANOĞLU
Tunceli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü

Geçen iki hafta boyunca en çok gündemde kalan haberlerden birisi de şort giymiş bir kadının, sadece giyiminden dlayı, otobüste saldırıya uğrayıp, tekmelenmesiydi. Her olayda olduğu gibi yine bu olayda da Türkiye’deki derin ahlâk probleminin (artık bıkkınlık verici) bir örneğine daha şahit olduk. Öyle ki “ama, fakat, lakin” ile başlayan ikinci cümlelerde bu şiddet eylemi aynı bildik gerekçelerle “haklı gösterilmeye” çalışılıyor; hani neredeyse şiddet gören bir kadın giyiminden dolayı “asıl suçlu” ilân ediliyordu. Bilhassa böylesi şiddet olaylarında faillerin herhangi bir özelliğinden dolayı “bizdense haklı”, “değilse haksız” şeklinde de kendisini gösteren bu ahlâk problemi, sadece küçük bir grubu kapsayan bir sorun biçiminde kalsa, bu şartlar altında belki ona da razı olabilirdik. Oysaki bugün bu problemin artık kitleselleştiğini, üstelik insanların akıllarını da alıp götürdüğünü izlemekteyiz. Zira yaşananlar karşısında soğukkanlı olmaya çalışan, önce olayı anlamaya odaklı kişilerin sayısı zaten fazla değildi; günümüzde ise iyiden iyiye azaldı. Suçlama ve düşmanlığın kolaycılığı, yerelleşmenin tutarlılık görüntüsündeki içi boş güveniyle birleşince, insanlara bir şeyler anlatmak da giderek zorlaştı; maalesef her geçen gün daha da zorlaşıyor.

Diğer yandan aynı nedenler eşliğinde şahit olmaktayız ki, bu tür bir şiddet eylemi ile bir siyasal düşünce arasında bağ kurabilmek, bazıları için imkânsız gibi bir şey. Hâlbuki (özellikle bireysel hak ve serbestliklere yönelik) hiçbir suç ya da şiddet eylemi, asla bireysel/tekil bir durumun adı değildir. Çünkü herhangi bir siyasal düşünce için kişiler, yeri geldiğinde bireysel inisiyatif alabilecek “yüce” misyonlarla da donatılmışlardır. İlâve olarak bu tür eylemlerde şiddeti sürekli yedeğinde tutan, bazen açık bazen de gizli biçimde şiddete yönlendirici ya da şiddeti “kabul edilebilir” hâle getiren bir rıza mekanizması, kolektif bir referans unsuru da daima mevcuttur. Bu referansın görülememesi, ilişkinin fark edilebilirliğinin cılızlığı veya şiddet eylemi ile motive edici unsur arasındaki bağın kurulamaması gibi durumlar, çoğu kez onun vaktiyle zihniyetin bir parçası haline gelmiş olmasından veya sahiplenilen kültürün içerisine itinayla sızmasından kaynaklanır.

Nitekim zihniyet ile kültürün perdelemesindeki bu tarz bir “sızma” harekâtı, tamamen ideolojik bir oluşumun varlığına da delalettir. Öyle ki buradaki “sızma” fonksiyonu, gerçekleştirilen her türlü şiddet eylemini, hayatın olağan akışı içerisinde ortaya çıkan “normal”, “haklı”, basit, sıradan ve “hoş görülebilir” bireysel davranışlara dönüştürmekte de ustadır. Örneğin, bazı öğretmenler öğrencilerini “onların iyiliği” için dövmektedir; askere gitmeden asla “adam” olunmaz; gece yarısı sokağa çıkan kadınlar, tacizi/tecavüzü baştan hak etmiştir; baba, döver de sever de; insan öldürmek kötü olsa da kutsalımıza saygısızlık edildiğinde bu geçerli değildir; şort giyen bir kadın aslında erkekleri tahrik ettiği için tekmeden daha fazlasına layıktır vb. gibi… Keza bu aşamadan sonra her şiddet eylemi ile onun üzerine sarf edilen her cümle, olayı mevcut bağlamından koparıp bir takım gerçeklikleri gizlemeye yaramasından dolayı, ideolojik bir hâl alır.

Dahası şiddet eylemlerine zemin hazırlayan tüm kolektif referanslar, bir takım söylemler aracılığıyla şiddet eyleminin kendisini ideolojinin nesnesi haline de getirir. Bu yüzden sıkça rastladığımız ve “ne alakası var?” cümlesiyle karşılığını bulan bir karşı müdafaa şekli, aslında, meşru şartlarda savunulması güç olan bir şiddet eylemi ile kolektif referans arasındaki bağı koparmaya yönelik, bazı durumlarda bilinçli olacağını da düşünebileceğimiz, ideolojik bir manevradan başka bir şey değildir. Bu manevra başarılı olursa, hem kolektif referansın doğrudan şiddet eylemine sevk edici unsurlarının varlığı gizlenecek hem de kuvvet alınan bu referansın geçerliliği sağlama alınacaktır.

Öte yandan böylesi manevralar, bazı durumlarda ikna etmeye yönelik fazladan söylemlere de ihtiyaç duyarlar. Böylelikle bu söylemlerin hızla imdada yetiştiği noktada, başka bir ideolojik manipülasyon unsuru daha “münferit bir olay/vaka/hadise” açıklamasıyla yaşam bulur. Zira Türk politik kültüründe bir olayı, önemsizleştirmek, örtbas etmek, ilgiden uzaklaştırmak, kısa zamanda unutulmasını sağlamak için bundan daha işlevli, hatta genel kabul de gören bir açıklama üretildiğini söylemek güçtür. Üstelik bu cümle öbeğinin kendi içindeki mantığı, olayın (örneğin bir şiddet eylemi ya da ayıplanacak bir hareket vb.) tekil biçimde gerçekleştiğini; asla topluma veya bir topluluğa mâl edilemeyeceğini; devletin/sistemin hiçbir kusurunun olmadığına yönelik kullanışlı bir bilinçaltı mesajına da sahiptir. Burada “münferit olay” olarak tanımlanmaya çalışılan, sadece “münferit olan” değil; yaygın olanın bir an görünür olup ortaya çıkması, yakalanması ya da mevcut suçun ispata gerek duyulmayacak kadar açık olmasından kaynaklanır. Aslına bakılırsa kayıtsızlığın verdiği rahatlıkla hemen hemen herkesin ortak yalana dâhil olduğu bu durum, kitlesel bir konfor anlayışının koca toplumu bir ahlâkî buhrana nasıl sürüklediğinin de resmi gibidir. Netice itibarıyla olay “münferit” olduğu (?) için kamuoyu derin bir nefes alır; yerel ve ulusal yetkililer sorumluluklarından sıyrılır; insanlar bütün nefretlerini en büyük hatası “yakalanmak” olan failin üzerine kusarlar ve bir sonraki “münferit bir olay”a kadar konu kapanır.

antidepresan-katkili-munferit-tekmeler-191794-1.

Bu açıklamalar ışığında “münferit bir olay” şeklinde de değerlendirilen otobüsteki şiddet eylemini artık ele alabiliriz. Öncelikle şiddet eylemini gerçekleştiren kişinin ifadelerine bakacak olursak, zanlının polis sorgusunda “kadın olurunda giyinmiş olsaydı manen tahrik olup bu hareketi yapmayacağını”, “kadının giyinişiyle ülkenin ve toplum değerlerinin ayaklar altına alındığını”, “inançların yok sayılamayacağını”, “kadın başka bir kıyafet giymiş olsa, daha az tahrik olacağını” söylediği görülüyor. Bu ifadeden adamın, hiç tanımadığı bir kadına karşı ortalık yerde “giyiminden” dolayı şiddet eylemine giriştiğini; kadının giyiminden adamın “inancı ve toplumun değerleri gereği” manen tahrik olduğunu anlıyoruz. Her fırsatta “münferit” diye geçiştirilmeye çalışılan, fakat bu toplumda şiddet şekli ve dozu farklı binlercesi yaşanan böylesi eylemlerin kolektif referansının ya din ya da onunla hemhal olmuş geleneksel değerler olduğu başka nasıl itiraf edilebilirdi ki?

Açıkçası tüm dünyada İslâmcı politikaların öncelikle günlük hayata (/kamusal alan) hâkim olmak, toplumsal dönüşümü oradan başlatmak hevesleri de bilinmeyen bir şey değil. Kişi hakları ve serbestliklerini ortadan kaldırmaya, gözünün önünden uzaklaştırmaya, başaramazsa “görünmez kılmaya” yönelik olan bu politikalar, en büyük gücünü yine İslâm’ın biçimlendirdiği değerler dünyasından alıyor. Bir yandan günümüzün simülasyon toplumunda yaşayan öte yandan da değerlerine her şartta sürekli saygı bekleyen bir insan malzemesinin eşliğinde günlük hayatı hedef alan bu mühendislik çalışmaları, destekçisi de her geçen gün azalan “birlikte yaşama” idealinin önündeki en büyük engellerden birisi olarak çözüm bekliyor. “Gitsin evinde içsin”, “ne yapıyorsa ne giyiyorsa evinde yapsın” gibi taşralı değerlerin kolaycılığıyla da yaygınlaşan bu söylem dağarcığı, öncelikle kadınların giyim kuşamını, daha sonra ise kadın erkek münasebetleri ile alkol kullanımını “ayıp bir şey” hâline getirmeyi amaçlıyor. Zaten dikkatli bakıldığında “münferit” diye nitelenen şiddet eylemlerinin tümünün altında, referans alınan dünya görüşü ile ona ait değerlerin ruhu yatmakta. Bu ruh, vaktiyle Çorum, Maraş ve Sivas’ta, bugün Suruç, Ankara, Antep’te kitlesel kıyımlarla yoluna devam ederken; bu katliamlara alkış tuttuğunu düşünmekte çok da zorlanmayacağımız bazıları da durumdan vazife çıkarıp, gücü (en azından şimdilik) buna yettiği için, “alkol tüketiliyor” zannıyla mekân basıyor; Ramazan’da “dövmek için” su içen birini arıyor; ya da mahallesinde namus bekçiliği yapıyor; hiçbir şey yapamazsa bile otobüste kadın tekmeliyor.

Yine de hakkını teslim etmeliyiz ki, karşımızda kolektif referans ile şiddet eylemi arasındaki bağlantıyı silikleştirmekte usta bir ideoloji, bu ideolojiden beslenen mazeret üretmekte mahir bir dil ve bu dilin her türlü imkânla işleme sokulduğu kindar bir ahlâk biçimi var. Bu sebeple “ne alakası var?”dan “münferit bir olay”a uzanan mazeretler silsilesi, kendi kitlesi nezdinde “kabul edilebilir” dursa da, günümüz şartlarında bu politikaların sonucu olan düşünce ve eylemler ile bu “ahlâk” şeklinin, gelecekte ne sürdürülebilirliği ne de meşru olma imkânı yok. Çünkü insanlık da tarih de tüm yaşananları kaydediyor.

Sonuç itibarıyla ben bu satırları yazarken ülkenin nadide bir vilayetinde Valiliğin “OHAL kapsamında il genelinde çalışan tüm alkollü içecek tüketilen umuma açık yerleri kapattırdığı” şeklinde bir “münferit olay”ın daha haberi geldi. Vali “bir bakıma elektrik verdik, herkes kendine gelsin burada” diyerek, uyarıda da bulunuyordu. İnsanların bu yasak sonrasında “kendilerine gelip gelemeyeceğini” tabi ki bilemiyoruz. Fakat esasen kendisi de bir “büyük anlatı” olan kolektif referans ile bu yasak arasındaki ilişkiyi net biçimde görebiliyoruz. Tıpkı otobüste kadın tekmelerken “ulvî” bir misyonla donatıldığını düşünen o adamın, iddia edildiği gibi bu şiddet eylemini “psikolojik rahatsızlığı olduğu ve antidepresan hapı kullandığı” için yapmadığını görebileceğimiz gibi…

Yeri gelmişken “son not” olarak ekleyelim. Psikofarmakoloji Derneği‘nin verilerine göre Türkiye’de yılda 40 milyon kutu civarı antidepresan hapı tüketiliyormuş. Ülkenin esas sorununun “inanç eksikliği” falan değil, sosyo-ekonomik sistemin ortaya çıkardığı ahlâk eksenli bir insan problemi olduğu daha nasıl göze sokulabilir ki? “Münferit” denilenin aslında “genel vaziyet” olduğunu çözmemiz ve artık beyan etmemiz için acaba başka ne yaşamamız gerekecek?