Gözümü açtığımda her sabah duyduğum martı sesleri yoktu. Sanki başka bir şehirde uyanmıştım. Kalkıp balkondan sokağa baktım, sokak boştu. Kediler, köpekler de yoktu. Nedense şaşırmadım bütün bu yokluklara. Bu ülkede şaşıracak bir şey kalmamıştı çünkü. Yapılmaması gereken bütün yanlışların yaşandığı bir yerdi. Yine bir şey oldu diye düşündüm, büyük ve korkunç bir şey daha oldu ben uyurken. Ne olup bittiğini öğrenmek için internete baktım, kesikti, çalışmıyordu. Telefonun arama tuşlarına bastım, cızırtı sesi bile yoktu.

Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, ama kutsal kitaplarda cehennem tasvir edilirken “umutların bittiği yer” diye bir ifade varmış. Yapacak tek şey, dışarı çıkıp birilerini bulmaktı. Aklıma, “The Last Man on Earth” adlı komedi dizisi geldi, tuhaf. İster misin, bir biyolojik saldırı olsun ve dünyada benden başka kimse kalmasın. Hiç komik değildi, o diziyi izlerken gülmüş olmama bile şaşırdım. Meydana bakan kafelerden birisine oturdum. Vapurlar, otobüsler, hiçbir şey kıpırdamıyordu. Belki de öldüm diye düşündüm, canlılarla temasım bu yüzden kesildi. Sonra uzaktan, fötr şapkalı, ince uzun bir adamın bana doğru yaklaştığını gördüm. Kalbim heyecandan fırlayacaktı. O adamın bütün bu olup bitenle bir ilişkisi olamaz mıydı? Belki de saklanmam gerekiyordu. Beni görmüş olduğunu, el sallayışından anladım. Yaklaştıkça bana zarar vermeyeceğinden emin oldum. Yüzü çok tanıdıktı, ama kim olduğunu çıkaramıyordum. “Selam arkadaş” dedi ve yanıma oturdu. Üzerindeki siyah palto çok şıktı, kalın yün bir atkıyla boynunu sarmıştı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi “Soğuk” dedi, ben de başımla onayladım söylediğini, hava buz gibiydi. “Sohbet edecek birini arıyordum” dedi. Gayri ihtiyari güldüm, “Gerçekten mi?” dedim. O da güldü. İkimizin de gülüyor olması tuhaftı, bomboş, bizden başka

canlı hiçbir şeyin olmadığı bir şehirde… “Sana da tuhaf gelmiyor mu?” dedim. “Ara bölgedeyiz. Bu sana ilk defa oluyor galiba” dedi. “Benim adım John” dediğinde, kim olduğunu anladım hemen, John Berger’dı karşımda oturan. Daha yeni kitabı çıkmıştı Metis’ten, “Hoşbeş” adında. Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilemedim, kendimi ayağa fırlamış buldum. Sonra bir an durup “Yani gerçek değil bu karşılaşma, bir rüya” dedim. “Gerçek” dedi, kahkaha atarak. “Ara bölgeye çok derin çaresizlikler yaşamayan düşmez” dedi. Ona Türkiye’de olup bitenleri anlattım, bir yandan toplumsal kutuplaşma, bir yandan yaşanan katliamlar siyaseti bitirme noktasına getirmişti. İktidar ve toplumun bir kesimi çareyi “başkanlık” sistemi ve daha otoriter bir yönetim anlayışında görüyor, diğer kesimi de barış ve özgürlüklerle sorunların çözüleceğine inanıyordu. Ama yaşanan bu saldırılar, insanlarda korku ve dehşet yaratarak her şeyi bir çıkmaza doğru sürüklüyordu.

Dedi ki, “Vurguncu kapitalizmin küresel diktatörlüğü, tacirleri ve bankacılık lobileriyle çoktandır siyasetin yerini aldı. Yaşayan ya da acı çekenlerin değil§ sadece sayıların dünyasına ait bir dille yapılan siyaset. Sonu olmayan ve belirsiz bir şimdide yaşamaya koşullandırmakla, unutkanlığın, kayıtsızlığın vatandaşları konumuna indirgeniyoruz.”

“Peki ama ne yapmalıyız?” diye sorduğumda, bakışlarına bir gölge düştü: “Tüm bu olup bitenlere karşı çıkmaya ve direnmeye hazır çok sayıda insan var; lakin şu sırada böyle bir direnişi gerçekleştirmenin siyasal araçları muğlak ya da namevcut. Bu araçların gelişmesi için zamana ihtiyaç var. Bu yüzden beklemek zorundayız. Ancak bu koşullarda nasıl beklenir? Bu unutkanlık, kayıtsızlık durumunda nasıl beklenir?”

O da bana soruyordu sanki çaresizce. Sonra, Taş Devri’nden beri atalarımızın bize bıraktığı vasiyetlerden, doğadan ve evrenden kaynaklanan metinlerden bahsederek,

“geçmişten gelen mirasımız ve tanık olduklarımız sayesinde, direnecek cesareti bulacak ve şimdi hayal edemeyeceğimiz koşullar altında direnmeyi sürdüreceğiz. Dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz. Tıpkı bildiğimiz her dilde övmeyi, sövmeyi ve küfür etmeyi ilelebet sürdüreceğimiz gibi” dedi. O daha sözlerini bitirmeden bir martı üzerimizden uçup yanımıza kondu. Sevmiştim bu ara bölgeyi, daha çok ziyaret edecektim. Vapur düdüğüyle birlikte her şey eski hâline döndüğünde, Berger’ın “Dayanışma içinde bekleyeceğiz” sözünü tekrarlıyordum içimden.