Araba bira gibidir: Aç, iç çabuk çabuk. Çabucacık eğlenip zıpla hopla oh be. Hayatını kolaylaştırsın. Bisiklet rakıyı andırır: Yavaş yavaş yürür orada işler. Zahmetlidir. Hayatınızı kolaylaştırmaz, ona eşlik eder.

Araba süratse bisiklet hayattır

Bir zengin arkadaşım Ferrari almaya kalkıştı. Şiddetle karşı çıktım ve yaptığı israf bir kenara kendisinden utanacağımı söyledim. Bana ikinci el alıp iki sene sonra satacağını, arada yitireceği 10-15 bin USD’yi de arabanın karizması sayesinde artacak işleriyle katlayacağını söyledi.

Kendi içinde doğru olabilir. Tabii ki benim kafam öyle çalışmıyor. Ferrari’ye gelecek işi niye ben yapayım bir kere? Gitsin Ferrari yapsın. İçinde Suriyeli dilencilerin olduğu bir hayatta bu kadar pahalı şeylerin bulunmasına her açıdan karşıyım. Evet, servet düşmanıyım.

Hadi Ferrari’yi geçtik, sıradan bir araba ne iş yapar? Koşar. Sizi “konfor içerisinde bir yerden bir yere götürür.” Kaza yaparsanız airbag’leriniz patlar, belki kurtulursunuz. Müziğinizi açarsınız, arabanın akustiği çok güzeldir. Statü sembolüdür. Tasarımı, teknolojisi her şeyi önemlidir, hepsi için yazılar yazılır milyonlar çalışır. Araba da cıvata kafadır sonuçta ama şımarmıştır: Hızını ayarlar, arızasını söyler, lastik basıncı düşünce uyarır…

Her bakımdan akıllı yani. Akıllı, hızlı, güvenli.

Bisiklet ise bırakın saatte 200 km hızla gitmeyi, lastik basıncı düşünce uyarmayı size saati bile söylemez. Zahmetlidir. Yavaştır. Yokuş yukarı isyan ettirir insanı. Uzun süre kullanınca poponuzu acıtır. Arkanıza yaslanamazsınız.

Olması gerektiği gibidir yani her şey.

Çünkü arabanın üzerinde geçirdiğiniz zaman iş haline gelmiş bir zamandır: Gideceğiniz yere çabucak, konforla, hatta sürekli artan bir konforla gitmeniz gerekir. Aşağılık yayalar, trafik, kasisler ve başka engeller vardır önünüzde. Ama bunlar arabanın suçu olamaz ki? İşte yalan da buradan başlar. Bunlar arabanın suçudur. Arabalar olduğu için o yürüyen şeylerin adı yayadır. Trafiği de annem yapmaz. O pislikleri, emisyonu, kasisleri, “düple yolları”, içinde birer kişiyle her gün yola çıkan milyonlarca arabayı da keza.

Velhasıl araba sizi bir yerden bir yere “götürür”. Bisiklette işler böyle yürümez. Bisikletle bir yerden bir yere gidersiniz. Bisiklet sizi bir yere götürmez. O yere bisikletle beraber gidersiniz. Bisiklet sizi yalnız bırakmaz. Vapura binersiniz, metroya binersiniz.

Araba bira gibidir: Aç, iç çabuk çabuk. Çabucacık eğlenip zıpla hopla oh be. Hayatını kolaylaştırsın. Bisiklet rakıyı andırır: Yavaş yavaş yürür orada işler. Zahmetlidir. Hayatınızı kolaylaştırmaz, ona eşlik eder.

Daha önce de değinmiştik. Biranın midenize ulaşması için sadece biraya ihtiyaç vardır. Rakıda ise su ister, bardak ister, hem de iki bardak ister, hazırlık ister, denge ister, muhabbet ister. Öyle lambur lumbur olmaz.

Bisiklet yazısı nereden çıktı onu anlatayım şimdi. Bugüne kadar aldığım en güzel mektuplardan birisini aldım geçen gün. Gazetemizin de yazarı; bisiklet üstadı/aktivisti, yazan, çizen, tasarlayan insan, güzel arkadaşım Aydan Çelik’tendi mektup. Mektup üzerine çok fazla kuracak cümlem yok. Aşağıda görebilirsiniz.

Yazımı, sevgili Gürcü arkadaşım İrma Gürgüritse’den Aydan’la beraber dinlediğimiz bir bisiklet hikâyesiyle bitireceğim. Eğlence garantili: 1980’lerin başında Gürcistan’a bir Suudi Prensi, diplomatik bir ziyaret yapar. Şımarık Prens, bir avcı olduğunu ama hiç Kara Ayı vuramadığını söylüyor. Gürcistan’da da Kara Ayı olduğu için onu avlamak istiyor. Ruslar konuyu halletmek için hemen devreye giriyor. Fakat mevsim kış. Ayılar derin uykuda. Bir bürokrat anında çözüm üretiyor: Sirkten alınacak bir ayı, ormana salınacak, Suudi Prens onu avlayacak ve Suudi-Sovyet dostluğu daha da pekişecek! Sirkten bir ayı bulunuyor ve ormana salınıyor. Prens ormana götürülüyor ve uygun bir pusuya yatırılıyor. Ayı ormanda muhtemelen mutluluk içinde gezinirken, bisikletli bir köylüye rastlıyor. Köylü korkuyla bisikleti yere atıp kaçmaya başlıyor. Sirk ayısı bisikleti yerden kaldırıyor, seleye oturuyor ve pedal çevirmeye başlıyor. Önünden bisikletle geçen ayıyı gören avcı Prens, gözlerine inanamıyor. Şok geçiriyor ve tüfeğini atıp, kaçmaya başlıyor. Ülkesine döndükten sonra, anlattıklarına kimse inanmıyor. Uzun süre psikolojik tedavi gördüğü gibi, iki ülke arasında diplomatik bir kriz yaşanmasına sebep oluyor.

Bu hafta kadehler Aydan Çelik şerefine.

***

Muhterem kardeşim Feridun,
Nasılsın?
Sıhhat ve afiyette olduğunun haberlerini alıyorum.
İncelik gösterip kitabını göndermişsin. Çok teşekkür ederim.
Leziz üslubunu bildiğim için zevkli bir kitap olacağından kuşkum yoktu.
Kapak çizimi de çok bi parlak. Pınar Madırga’yı tebrik ederim.
Üstadım, geçen pazar seni andığım bir görüntü ile karşılaştım.
Biliyorsun, adına velosipet denen bir fettanın peşinde dolanır dururum.
İşte onlardan birinde yolum Amasra’ya düştü. Bartın Üniversitesi’nde seni de yakından izleyen dostlarım muhabbete çağırmıştı.
Mustafa Artar dostumuz vasıtasıyla yolumu düşürdüğüm bu “Çeşm-i Cihan”da, tam senin kitabın kafasına denk düşen bir detayla karşılaştım.
Amasra’nın eski adı olan Sesamos’un adını taşıyan bir cafede, sürgülü bir kapı mekanizmasına rast geldim. Sistemi anlatan bir teknik çizimi  yaptım. Onu da mektubun beraberinde gönderiyorum.
Kapının sol köşesine bir makara sistemi konmuş. Bu makaranın içinden geçen ipin ucu 70’lik bir rakı şişesine, diğer ucu da kapının sağ üst köşesine bağlanmış.
Yani sen kapıyı sağa doğru itince, rakı şişesi yukarı doğru hareket ediyor. Düzeneği, cafenin sahibi Nedim Bey yapmış.
Acaba diyorum. Rakı yükseldikçe kapılar mı açılıyor. Hem metafor hem de bir fizik kanunu olarak.
Arşimed’den, Amasra’dan, Anason’dan muhabbetle.

Aydan
1 Nisan 2015