Dönüşüme rağmen kapitalizmin itici gücü değişmedi. Rekabet, yaşamın tüm alanlarının metalaştırılması, kazancın her şeyden önce gelmesi... Elitlerin imdadına kimin yetiştiği değişse de kaideler varlığını korudu.

Araç değişse de sistem hep aynı

Nicole Aschoff

Kapitalizm karşıtı mücadelenin tarihi, en az kapitalizmin tarihi kadar eskidir. Kanlı ve çetin savaşlar, zaferler ve yenilgiler yaşanmıştır. Fakat solun azmi meşhurdur. Kırmızı bayrağımız için savaşır, daha iyi bir dünya için mücadele eder, sosyalizm için çalışırız. Her şeye rağmen asla vazgeçmeyiz.
Saygın birer ekonomist olan Gerard Dumenil ve Dominque Levy vazgeçmemizi istiyorlar. Yenilgilerimizden bıkmış, usanmışlar ve bizi ikna etmek için bir de kitap yazmışlar.

Yönetici Kapitalizmi: Mülkiyet, Yönetim ve Üretimin Yaklaşan Yeni Biçimi. Kitabın başlığına göre boşuna uğraşmışız. İşçi sınıfı ayaklanmayacak, sosyalizmi getirmeyecek. Olsa olsa bizi doktorlar, avukatlar, bankacılar, danışmanlar ya da yüzde 1’lik kesime mensup diğer yurttaşlar kurtaracak. Dumenil ve Levy’nin (D-L) söyledikleri, Marksist kimliklerine pek yakışmıyor. Fakat savundukları tezler üzerine uzun süredir çalışıyorlar. Tabii bir anda ‘fikir değiştirip’ toplumun yüzde 99’unun ‘üstünü çizmiyorlar’. Kitlelerin rolünün önemli olduğunu halen dile getiriyorlar. Fakat bununla beraber, solun bir hata yaptığını öne sürüyorlar. Bu sorunu Karl Marks ve Friedrich Engels’in kapısına kadar getiriyorlar. Marks’ın tarih teorisinin kısmen yanlış olduğunu söylüyorlar.

MARKSİZME DÖNÜK YANILGI İDDİALARI

D-L’ye göre Marks’ın tarih teorisinin kritik yanılgısı, 19. yüzyılda yaşanan büyük bir değişimi hesaba katmaması. Özel mülk ve kuşaklar arası servet transferi üzerine kurulu kapitalizmden, yüksek maaşlı işçileri güçlendiren ve liyakat temelli ‘işletmecilik’ rejimine geçişimizden söz ediyorlar. Özetle, birikimin toplumun belli kesimleri elinde toplanması sürecinde yöneticilerin öneminin göz ardı edildiğini söylüyorlar.

Yazarlara göre yöneticilerin rolünü ciddiyetle ele aldığımız takdirde, Yeni Düzen’in ilanından itibaren ‘yönetici sınıfının’ dizginleri ele aldığını ve yönetici kapitalizmi dediğimiz olgunun meydana çıkmaya başladığını görebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda yöneticiler, toplumunu kapitalizmin ötesine geçen yeni üretim ilişkileriyle şekillendirmeye başlamışlardı. Yazarlara göre James Burnham, Joseph Schumpeter, John Kenneth Galbraith, Alfred D. Chandler Jr. gibi dönemin ekonomistleri, ibareleri doğru okudular. Serbest piyasa mekanizmaları kontrol altına alındı, kazanç hırsız dizginlendi, kapitalist ekonominin kurallarından belli oranda uzaklaşıldı. Sonrasında süreç neoliberal karşıdevrim ile sekteye uğradı ve eskiye dönüş sağlandı (örneğin maaşların ve primler hisse senedi fiyatlamalarına bağlanması). Ortaya çıkan bu yeni çekişmede yöneticilerin rolü unutuldu, Galbraith ve Schumpeter gibilerinin fikirleri çöpe atıldı. D-L bunun da bir hata olduğunu savunuyor. Son birkaç on yıldır yöneticilerin tekrar güçlendiğini, bu defa işçiler ile değil, patronlar ile pazarlık içine girdiklerini söylüyor. 2007-8 krizi patlak verdiğinde piyasalardaki ve hükümetlerdeki ‘ikili güçlerini’ kullanarak gemiyi toparladıklarını yazıyorlar. Yazdıklarına göre yeni iktidar sınıfı yöneticilerden oluşuyor. Eski elitlerin aksine sermayeyle değil, maaşla yaşıyorlar. Küresel ekonomiyi idame ettirenlerin sermaye sahipleri değil, ‘sermaye yöneticileri’ olduğunu söylüyorlar. 20'nci yüzyıla bu bağlamda bakacak olursak en büyük kazanımları yaşayanların yüksek maaşlı yöneticiler olduğunu göreceğimizi ifade ediyorlar.

NEOLİBERAL SİSTEM SONA YAKLAŞIYOR

Krizin üzerinden on yıl geçti ve yeni bir yol ayrımındayız. Neoliberalizmin sonu gelmiş gibi görünüyor. Yazarlar ortaya çıkan yeni sisteme ‘idareci neoliberalizmi’ diyorlar ve ‘kapitalizmin ötesinde yeni üretim ilişkileri kurmaya’ giden yolculuğumuzda bir sonraki adımı temsil ettiğini söylüyorlar. Varlıklı sınıflar arasındaki ayrım giderek büyüyor ve en tepedekilerin (yüzde 0,01’lik dilimin) refahı akıl almaz boyutlara ulaştı. Elitler arasında bu tür ayrımlar oluşmasının, geniş toplumsal kesimler arasındaki ittifakların güçlenmesini mümkün kılacağını söylüyorlar.

Yönetici kapitalizmini anlamak için iki noktaya dikkat çekmekte fayda var. Bir defa, yazarlar zengin sınıfının gelir yapısını ve bunun kapitalizmin geleceğine nasıl yön vereceğini ele alıyorlar. Verdikleri verilere göre, 1920’li yıllarda toplumun en varlıklı yüzde 1’lik diliminin toplam gelirinin yüzde 40’ı maaşlardan geliyordu. 2000’li yıllara geldiğimizde bambaşka bir tabloyla karşılaşıyoruz. Elitlerin toplam gelirinin yüzde 80’i maaşlardan geliyor. D-L’ye göre bu dönüşüm kapitalizmi farkı şekilde anlama ihtiyacını doğuruyor. Artık kapitalizmi “özel mülke ve üretim araçlarına sahip olunmasına dayalı toplumsal yapı” olarak tanımlayamıyoruz. “Üretim araçlarına sahip olan kapitalistler, üst sınıfa mensuplar; üretim araçlarının nasıl kullanılacağına onlar karar veriyorlar.” Bugün üst sınıf, yüksek maaşlı işçilerden oluşuyor. Yüksek maaşlı işçileri hangi kefeye koyacağımız eski bir soru. Kapitalistlerin kefesine mi, işçilerin kefesine mi koyacağız? Kalkınma uzmanları, tarihçiler, sosyologlar, ekonomistler, Marksistler ve Marksist olmayanlar bu sınıfın kapitalist düzenden nasıl istifade ettiğini, amacının kapitalist sistemi sürdürmek mi olduğunu düşündüler, ‘sosyalizme geçiş’ konusunda ikna edilmiş midir kafa yordular. ‘Çelişkili sınıf kimliklerine sahip’ yüksek maaşlı işçilere farklı isimler taktılar; maaşlı burjuvazi, yönetici burjuvazi, ve benzeri… Fakat bu ikileme anlamlı bir çözüm bulamadılar.

Buna rağmen çoğu bilim insanı yönetici sınıfı ile işçi sınıfı arasında derin ayrımlar olduğunu kabul ediyor. Yönetici sınıfı, işçi sınıfının geçim kaynaklarını özel mülkiyet altında kontrol ediyor. İstihdam yaratıp yaratmama kararını veriyor. Zenginler, fırsatları ve kaynakları ‘kapalı sosyal ağlar’ ve ‘güce arka kapıdan erişim’ vasıtasıyla kontrol ederek servetlerini muhafaza ediyorlar. D-L ayrıca ‘sıkı ve gevşek Marksist itaat mekanizmaları’ diye bir ayrım yaparak işi şakaya vuruyorlar. Fakat sınıf ve ayrıcalık kavramlarını tek potada eriterek eski tartışmaları da alevlendiriyorlar. Artık iktidar sınıfının daha büyük bir bölümü maaşlı çalışan olabilir, fakat zengin ile fakir arasındaki ayrımın ‘bulanıklaştığını’ ya da ‘daha geçirgen’ hale geldiğini söylemek mümkün değil. Sınıf; varlık biçimi, gelir kaynağı ya da liyakat ile ilgili bir konu değil. Sınıf, gücünü ilişkiler, ağlar ve kurumlar üzerinden tekrar tekrar yeniden inşa eden ‘elitlerin gücü’ ile ilgili.
Zenginler 1970’li yıllardan beri gücünü pekiştiriyor, işçi sınıfı ise Yeni Düzen öncesi haline geri döndürüldü. Zenginler ve geriye kalanlar arasındaki ayrımın giderek büyümesi, elimizdeki en güçlü kanıt. Kapitalizm tarihsel bir süreç olarak zaman içinde evirildi ve iktidardaki elitlerin yapısı ve ilişkileri de haliyle değişti. D-L, sınıf ve emperyalist güç yapılarını ele aldıkları bölümde bu süreci detaylıca ele alıyor. Orbis 2007 pazarlama veri tabanına ait verileri ele alıyorlar ve küresel Anglosakson ağının istikrarlı kontrolüne dikkat çekerek “Makroekonomik yönetimin sahipleri, tepedeki finans yöneticileri” diyorlar.

Tüm bunlara rağmen şu noktayı gözden kaçırmamak önemli; tüm dönüşüme rağmen kapitalizmin itici gücü halen aynı: Rekabet, yaşamın tüm alanlarının metalaştırılması ve kazancın her şeyden önce gelmesi. İktidardaki elitlerin imdadına kimin yetiştiği değişse de bu temel kaideler henüz değişmedi. Birçok solcunun bu yeni çerçeveye karşı direnç içinde olmasının sebebini de bu gözleme dayandırabiliriz. İktidar sınıfının, sermayedar sınıfı olması gerektiği konusunda takıntılı olduğumuzdan falan değil. Kapitalizmin lokomotifi olan olgular değişmedi. Kapitalizm dönüştükçe iktidar sınıfı gücünü sağlamlaştıracak ve sürdürecek yeni yöntemler buluyor.

Jacobin'den çeviren Fatih Kıyman