Montaigne “özgürlüğe öyle düşkünüm ki, koca Hindistan’ın bir köşesini bana yasak etseler dünyanın tadı kaçar neredeyse” der. (Denemeler; Cem Yayınevi. sf.139) Canımızı sıkacak da olsa, bir iki cümle daha aktaralım: “Hey Allahım! Çekilir şey midir ülkenin bir bucağına çivilenip kalmak? Niceleri, yasalarımıza aykırılık ettiler diye kentlere, alanlara, herkesin gidip geldiği yollara uğrayamadan yaşayabiliyorlar. Benim hizmet ettiğim yasalar küçük parmağımı bile köle etmeye kalksalar, nereye olsa gider, başka yasalar arardım.”

Montaigne (1533-1592) salgın hastalıkların pek görülmediği bir zamanda, M.Ö 430’da Atina’da başlayan, 18. yüzyıla kadar dünyanın değişik yerleşim alanlarında yaygınlaşan veba salgınlarının ara verdiği bir dönemde yaşadı. Vebanın ortalığı kasıp kavurduğu yıllarda yaşasaydı ne derdi bilmiyoruz, ama özgürlük konusunda söyledikleri insanoğlu ne türden zorluklarla karşılaşırsa karşılaşsın değerinden bir şey yitirmedi.

Montaigne yasaların yok ettiği özgürlüğü anlatıyor. Günün gerçeği ise insanların kendilerine koydukları yasaklardır. Yaşadığımız paradoks, “özgür” insanın kendini eve kapatmasıdır. Özgürlük hep engellense de insanın doğasıdır; kendini hapsetmesi ise hem doğasına aykırıdır hem de süresi belirsizdir. Öyleyse yasaklarımızın geçiciliğini bilincimizde güvence altına almadan geleceği konuşamayız. Ölümcül virüsle savaşırken, kısıtlamaları başka işler için kullanmaya eğilimli, hareket alanı genişleyen siyasete bu gerçeği radikal bir şekilde anlatmak zorundayız.

Bu karmaşık dönemde yönetmekte zorlanan güçler de hareket alanları ne kadar genişlerse genişlesin, sıkıntılıdırlar. Olağanüstü önlemler ekonominin işlerliğini akamete uğratır; artan yoksulluk, işsizlik, yasaklar ise toplumsal itirazı hareketlendirir korkusuyla, çareyi otoriteyi güçlendirmekte arıyorlar.

Bu da iktidarların paradoksudur.

İnsanın özgürlüğünden bir virüs nedeniyle vazgeçmesini kabul edemeyen İtalyan yazar Giorgio Agamben ise yalnızca biyolojik canlılara dönüşmenin tuhaflığından yola çıkıyor. “Açıklamalar” başlıklı makalesinde “bu şekilde yaşamayı alışkanlık haline getiren bir ülkede insan ilişkilerinin ne kadar süreceğini kim bilir?” diye soruyor. Salgının verdiği zarar konusunda kuşkuları olan yazar, “salgının, hükümetlerin bizi bir süreliğine alıştırdığı istisna hâlinin tamamen normal şartlara dönüştüğünü net bir şekilde görünür kıldığı”nı savunuyor (Çeviri: Onur Civelek, EkDergi)

Agamben’in eleştirdiği “Schmittyen” “istisna hâli”nin normalleşmesi gerçekten de büyük tehlikedir.

Ama Agamben’in “acil durum önlemleri bizi sokağa çıkma yasağı koşullarında yaşamaya zorunlu kılıyor. Fakat görünmez bir düşmana sahip olan ve her insanda gizlenebilen bir savaş, en saçma savaştır” sözleri ise yazarın memleketi İtalya’daki binlerce ölümü, virüsün yaygınlaşması gerçeğini anlatmaya yetmiyor; çünkü aslında savaştığımız görünmez virüs değil, onun arkasındaki devasa, yıllara yayılmış sistemdir.

Ve yine çünkü; insanoğlu bu tehlike ile savaşı göze almak zorundadır.

Savaşın bir cephesinde doğası gereği özgürlük arayan bu nedenle kendini hapseden insan, diğer yanda “sistemin selameti” için önlem almakta ikircikli davranan, ama aynı zamanda otoritesini güçlendirmek için çabalayan iktidarlar yer alıyor.

Bu iki paradoksun ortasında doldurulmayı bekleyen bir boşluk bulunuyor. İşte paradoksun çözüleceği, mücadele kapısının açılabileceği alan burasıdır. Burada özgürlüğün dayatılmış koşullarda yeniden savunulmasının çağımızda çeşitlenmiş imkanları ve kendi yasağını kıracak insanın cesareti var.