Yeşim Ustaoğlu’nun Araf’ında yol üstü dinlenme tesislerinden birinde çalışan iki gençle birlikte onların hayatlarına giren bir kamyon şoförünün hikâyesi anlatılır. Genç kız yani Zehra (Neslihan Atagül), kamyon şoförü Mahur’u (Özcan Deniz) ilk gördüğünde uyku ile uyanıklık arasındadır. Gördüğü sanki açık gözle görülen bir rüyadır, bir gündüz düşü. Bu sahne önemli çünkü şoför Mahur film boyunca bir fantezi nesnesi olma özelliğinden sıyrılmaz. Ne Zehra için ne de seyirci için! Mahur’u somut gerçekliği içinde algılamamız mümkün olmaz. Evli midir, çocukları var mıdır, Zehra’ya gerçekten “seni seviyorum, birlikte uzaklara gideceğiz” demiş midir, hiç bilemeyiz. Aslında ben kamyon şoförünün adının Mahur olduğunu bile fark etmedim, sonradan okuduklarımdan biliyorum. Sanki yönetmen Mahur, Zehra için nasıl bir fantezi nesnesi ise, nasıl hayal ile gerçek arasında tanımlanmamış bir yerdeyse seyirci için de öyle olsun istemiş. Mahur’u kamyonunu kullanmadığı zamanlar dışında dans ederken ve Zehra’yla sevişirken görürüz en çok. Ve bu ilişki sırasında Mahur’un ağzından tek bir sözcük bile çıkmaz. Bu da Mahur’un gerçekçi bir karakter olarak şekillenmesini engeller; o, nerdeyse tam bir cinsel obje olarak kalır. Filmin Mahur’u bir nevi fetişleştirmede çok başarılı olduğu kesin. Neredeyse bütün kadın arkadaşlarım bu dans eden, sevişen ama konuşmayan kamyon şoföründen etkilenmiş ve onu seyretmekten büyük haz almışlar. Kırk yaşında bir erkeğin 20 yaşında bir kızı hamile bıraktıktan sonra eyleminin sorumluluğunu hiçbir biçimde üstlenmemesi, kayıplara karışıp kızı kaderiyle baş başa bırakması Mahur’u yine de sevimsiz bir karakter yapmadı kimsenin gözünde. Çünkü Mahur bir fantezi nesnesiydi, bir karakter değil. Fantezi nesneleri ise gerçek karakterler gibi değerlendirilmez.

FANTEZİLERDE PARALELLİK
Bu hafta gösterime giren Striptiz Kulübü’nü izlerken Araf’ın Maruf’u ile Kulüp’teki striptizciler arasında bir paralellik olduğunu fark ettim. Amerika’daki erkeklerin kadınlar için dans edip soyunduğu kulüpler var. Striptizciler sahneye genellikle gücü ön plana çıkaran işlerde çalışan erkeklerin kılığında çıkıyorlar: Polis, itfaiyeci, tesisatçı, inşaat işçisi gibi… Muhasebeci ya da iş adamı kılığında değiller, bu işler yeterince erkeksi değiller. Striptizciler dans ediyorlar, bu sırada soyunuyorlar ve sonra seyircilerle cinsel ilişki simülasyonu içine giriyorlar. Araf’ın Maruf’u da gayet erkeklere özgü bir iş yapıyor. Uzun yollarda, yalnız başına kamyon sürüyor. Kadın fantezisinde tam da striptizcilerin canlandırdığı erkeksi, dayanıklılık gerektiren işler yapan tiplere benziyor. Maruf’un bir başka özelliği daha var: Tıpkı striptizciler gibi iyi dans ediyor ve konuşmuyor! Maruf, Zehra’nın başını dans pistinde döndürüyor, tabiri caizse kızı dansıyla tavlıyor! Maruf eğitimli, masa başı işlerde çalışan kadınların, gerçekte ilişki kurmak isteyecekleri değil ama fantezisini kuracakları bir tip. Dans etsin, sevişsin ve tercihen konuşmasın! Erkeklerin güzel kadın fantezisinin kadın fantezisindeki karşılığı olarak kalsın…

'MAHUR' KARAKTER OLARAK SUNULAMIYOR
Araf’ın zayıf noktalarından birinin bu olduğunu yani Maruf’u bir fantezi nesnesi, bir cinsel obje olarak bırakması olduğunu düşünüyorum. Tabii bu dediğim kadın seyirciler için geçerli değil, kadınların çoğu filmin sunduğu bu fantezi nesnesinden, dans eden kamyoncudan son derece hoşnutlar. Ama kendi adıma bu fantezi nesnesinin, bir karakter olarak sunulmasını isterdim. Film Mahur’u alenen olumlamasa da Özcan Deniz’in dans eden yakışıklı kamyon şoförü seyirci nezdinde hayranlık duyulan bir figür oldu. Genç bir kızı hamile bırakıp kaçan orta yaşlı bir erkeğin hayranlık duygusu uyandıran bir figür olmasının “kadın düşmanlığı teması”na son derece duyarlı arkadaşlarımın gözünden nasıl kaçtığına şaşırıyorum. Filmin Mahur’u yargılayıp hakkında hüküm vermesi değil talebim elbette ama lafı uzatmayayım. Sanırım dediğim anlaşılmıştır.
 
***

GÖLGEDE DANS
Savaşmak değil konuşmak!
Kuzey İrlanda sorunu için bir iç savaş durumu demek tam doğru olmaz ama tümüyle yanlış da değil. Kuzey İrlanda Büyük Britanya’nın bir parçası fakat kendi içinde bir bölünmüşlük yaşıyor. Protestanların büyük çoğunluğu Britanya’nın parçası olarak kalmayı istiyor. Katoliklerin kafası ise daha karışık. Serbest İrlanda ile birleşmek isteyen de var, Britanya’da kalmak isteyen de. Demografik dağılım açısından bakıldığında Protestan kökenliler yüzde 51 ile çoğunluktalar. Katolik kökenlilerin oranı ise yüzde 44. Bugün 1968-1994 arasında IRA ile Britanya arasında süren kanlı savaş durulmuş durumda.  Artık barış var denilebilir sanıyorum.
“Gölgede Dans” işte bu iç/dış savaşın halâ harlı olduğu ama bitmesine bir yıl kaldığı bir dönemde geçiyor. Ama filmin başlangıç sekansı 1973’e tarihleniyor. İrlandalı bir ailenin evine giriyoruz. Baba, kızı Colette’ten bir paket sigara almasını istiyor. Colette küçük erkek kardeşini rüşvet de vererek bakkala gitmeye ikna ediyor. Ama sokağa çıkan küçük oğlan kendisini bir çatışmanın ortasında buluveriyor ve serseri bir kurşunun hedefi oluyor. Ölen kardeşinden Colette’e derin bir suçluluk duygusu kalıyor.  Film 20 yıl sonrasına atlıyor. Bu kez Colette’i (Andrea Riseborough) elinde şüpheli bir çantayla Londra metrosunda görüyoruz. Colette içinde saatli (ama saati kurulmamış dolayısıyla patlamayacak) bir bomba olduğunu sonradan öğreneceğimiz çantayı bırakıp kaçıyorsa da yakalanıyor. Kendisini sorgulayan Mac (Clive Owen) adlı detektif Colette’i muhbirlik yapmaya ikna ediyor. Colette’in ölen kardeşi yaşlarında bir oğlu var. Onun geleceğini de karartmaktan korkuyor Colette, teklifi bu nedenle kabul ediyor.
Evine dönen Colette, IRA elemanlarının ve yine IRA miltanı olan iki erkek kardeşinin kuşkulu bakışları altında hayatını sürdürmeye çalışıyor. Bir yandan IRA’ya açık vermemeye çalışıyor bir yandan da İngliz gizli servisine istihbarat sağlamaya.
Belgeselcilikten gelen James Marsh filmin bu ilk bölümlerinde çok başarılı. Gerilimi bir an bile gevşetmiyor. Fakat film ilerleyen süresi içinde aynı yoğunluğu sürdüremiyor. Polisiye gerilimi sosyal ve politik bir bağlam içine oturtmak zaten filmin ilgilendiği bir şey değil. Colette ile Mac arasındaki cinsel gerilim de yeterince işlenmiyor. Colette bir tür Stockholm Sendromu mu yaşıyor? Peki ya Mac? Şefinin dediği gibi Colette’in güzel yüzüne mi vuruluyor? Yeterince ayrıntı yok filmde. Entrikalar, güvenlik birimi içindeki çatışmalar, sürpriz bir başka muhbir vs. de filmin iyi anlatamadığı öğeleri. Ama film yine de iki ateş arasında kalmanın nasıl bir şey olduğunu, iç savaşın bireyler üzerindeki korkunç etkisini hissettirmeyi başarıyor. Akla ister istemez PKK ile devlet arasında kalan Kürt halkı geliyor. Savaşmakla değil, konuşmakla çözülecek bizim sorunumuz da, en azından görünüşe göre İrlanda’da bu başarılmış.