Arafta üç kadın: Üç kız kardeş

BERNA ATAOĞLU bernaataoglu@gmail.com

Savaştan, yoksulluktan, umutsuzluktan, mutsuzluktan kaçmak, gitmek istiyoruz. Daha iyi bir yerin var olduğunu düşlüyor, her şeyi geride bırakıp orada yeniden doğabileceğimizi umuyoruz. Peki ait olduğumuz topraklarda huzuru yakalayamamışken doğmadığımız ve bizi doyurmak da istemeyen yerlerde mutlu olabilmek mümkün mü?

Değişen dünyaya ayak uyduramayan, geçmişi özleyen, gelecekteyse Moskova’ya dönme düşleri kuran üç kardeşin hikayesinin anlatıldığı Çehov’un “Üç Kız Kardeş” isimli oyunu Aleksandar Popovski tarafından, göçmenlik kavramı ekseninde yeniden yorumlanıyor. “Üç Kız Kardeş” için rahatça prova yapabilmek ümidiyle Berlin’e gitmek isteyen oyuncuların, sınırdan geçemeyişleri ve oynamaya niyetlendikleri karakterlerin kaderlerine hapsolmalarıyla sonuçlanan bir sıkışmışlığın anlatıldığı oyunda, Özge Özder(Olga), Selin İşcan(Maşa) ve Tuba Karabey(İrina) oynuyor. Berlin’de belki de daha “iyi” daha “sanat dolu” daha “özgür” bir ortam hayal eden bu kadınlar, Çehov’un metninde Moskova’ya gitmeyi başaramayan Olga, İrina ve Maşa’dan bir adım daha ileride. Gitmek istedikleri yerin kapısına kadar gelebilmişler fakat içeri alınmıyorlar. Geri de dönemiyorlar. Geldikleri yerde “ünlü” olmalarına rağmen, pasaportları yangında yok olunca, kimlikleriyle birlikte geçmişlerini ve geleceklerini de kaybediyor, asılı kalıyorlar boşlukta. Ne şan ne şöhret kar etmiyor, kimse onları tanımıyor saygı duymuyor ve yaklaştırmıyor yanlarına. Olmayan Almancaları ve yarım yamalak İngilizceleriyle kendilerini görevlilere tanıtmaya, kız kardeş olmadıklarını, sadece kız kardeşleri oynayan oyuncular olduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Sınırdaki görevliler onları dinlemiyor, anlamıyor, alay ediyor ve bekletiyor. Bu bekleyiş çaresizliği, mutsuzluğu, sıkışmışlığı ve arada kalmışlığı beraberinde getiriyor. Sadece bir kurgudan ibaret olan “Üç Kız Kardeş” oyunu onların gerçekliğine dönüşüyor. Popovski, Çehov’un oyunlarındaki umutsuz, mutsuz, çıkışsız atmosferi bugüne taşıyarak, yılların geçmesi, dünyanın gelişmesinin aslında bir şeyi değiştirmediğini, gidecek bir yerin olmadığını, köklerimizden kopunca dönecek bir yerimizin de kalmadığını vurguluyor. Sınırların keskinliğini, dışarıdakilerin kollarını açıp bizi beklemediğini hatırlatıyor.

Sahnede etrafı naylonlarla çevrilmiş küçük bir alan yaratılmış. İzole edilmiş dışarıdan bakanın netlikle göremediği bu alanın içinde parlayan ve hışırdayan birer ambalaj kağıdını anımsatan şallara sarılı dolaşıyor üç kadın. Bu görüntü kozasının içinde kımıldayan ve kelebek olmak için çırpınan tırtılları çağrıştırıyor. Sol tarafta bir sandalye ve bir mikrofon var. Oyunculardan biri gelip İngilizce konuşarak, sınırdaki görevlilere Berlin’e geliş nedenlerini anlatmaya çalışıyor. Defalarca aynı şeyi anlatmış olmaktan yorgun ve anlaşılamıyor olmaktan öfkeli bir hali var. Görevliler seyirci ve sahne arasında bizim görmediğimiz hayali bir ortama konumlandırılmış. Kadınlar bir taraftan sırayla gelip şanslarını deniyor, diğer taraftan da onları çevreleyen naylonları eritiyor. Böylece ortaya harabe bir görüntü çıkıyor. Üstleri başları darmadağın. Belli ki uzun süredir oradalar. İzleyicilerle temas kurmayan oyun kişileri önce kendilerini, “gerçek isimlerini” oynuyorlar. Oyun ilerledikçe oyun içinde oyun kuruluyor, kimlikler, kişiler birbirine karışıyor. Hissettikleri değişiyor ve “biz kardeş değiliz” diye bağıran üç kadın oyun sonunda her anlamıyla üç kız kardeşe dönüşüyor.

Çehov’un metnindeki kız kardeşlerin aristokrat oluşuyla Popovski’nin oyun kişilerinin ünlü birer oyuncu oluşları, orta üstü bir hayat standardından bahsediliyor olması açısından paralellik gösteriyor. “Ben ünlüyüm” diye haykırmak zorunda kalan kadınlar, tam bir harabenin içinde elleriyle parçalayarak yiyecekleri kızarmış tavuk için, sandıklarından çıkardıkları dantel masa örtüsünü sermeyi ihmal etmiyorlar. Ancak eski alışkanlıklarını daha fazla devam ettiremeyeceklerini biliyoruz. Zamandan mekandan koparılmışlar. Onlar için hayat artık donmuş.

Çehov’un karakterlerinin Moskova’ya gidemeyişlerine sebep olan biraz da kendi ataletleriydi fakat buradaki üç kadın kurtulmak için mücadele ediyor. Bir ortaklık yakalamak ya da şirin görünmek için oyunculuk yeteneklerini kullanıyor, bazen dans ediyor bazen Almanca şarkılar söylemeye çalışıyorlar. Hatta bu çaba trajikomik bir şekilde birer soytarıya dönüşmelerine sebep oluyor. Her girişim umutsuzluklarını daha da artırıyor. Çünkü sınırda bekletiliyor olmalarının altında yatan sebepler ekonomik olmaktan öte politik. Doğu batıyı kurtuluş, batı da doğuyu tehlike olarak görmeye devam ettikçe sınırların geçilemeyeceğine vurgu yapılıyor.

Kadınlar, her başarısız girişimden sonra daha da umutsuzluğa kapılıyor, öfke patlamaları, sinir krizleri geçiriyor. Başlarda birbirlerine de tahammülleri yok. Maşa’nın alkol problemi var ve artık pes etmiş gibi. İrina neşeyi de hüznü de uçlarda yaşıyor. Diğerlerinin neredeyse vazgeçer hallerine öfkelenen, hatta bazen onlara şiddet de uygulayan Olga, en çok mücadele eden kadın. Oyunculuklardaki doğallık oyun kişilerinin içlerinde bulundukları huzursuz halin izleyiciyi de sarmasını sağlıyor.

Yaklaşık bir saat süren sahnelemenin sonlarına doğru kadınlar bir umut ışığı yakaladıklarını düşünüyorlar. Görevlileri üç kız kardeşi oynayan oyuncular oldukları konusunda ikna edebildiklerini zannediyorlar. Belki de oyunu sergilediklerinde giriş izni alabilecekler. Sandıklarından çıkardıkları kostümleri giyiyor ve üç kız kardeşin son bölümünü oynamaya başlıyorlar. Herkesin veda ettiği ve kızların kendi kendilerine kaldıkları bu bölüm oynanırken erkeklerin replikleri dış ses olarak veriliyor. Çehov metninin sonuyla Popovski yorumunun sonu çakışıyor. Herkes, her şey üç kadına veda ediyor. Önceleri dayanışma içinde olmayan kadınlar oyunun son sahnesinde birbirlerini sarıp sarmalıyor. Fakat bu son çaba da sonuç vermiyor, bekleme halinden kurtulamıyorlar.

Yıllar önce yazılmış bir oyunun bugünün en önemli düşü “gitmek”, “göç etmek” üzerine yoğunlaşması güncelliğin yakalanmış olması açısından önemli. Çehov’un metni araç haline getirilerek aslında yeni bir metin yazılmış oluyor ve devletlerin göçmenlere, mültecilere karşı tavrı hakkında bir farkındalık yaratılmaya çalışıyor. Ancak tüm oyuna hakim olan mutsuzluk, sıkışmışlık ve umutsuzluk nedeniyle oyunun başında tırtılları andıran kadınların hiç bir zaman kelebek olamayacaklarını görüyoruz. Oluşturulan bu karamsarlık, izleyiciyi çarelerin neler olabileceği konusunda düşünmekten uzaklaştırıp, çaresizliği kabullenir hale getiriyor.

OYUNUN KÜNYESİ:

Yazan: Anton Çehov

Uyarlayan ve Yöneten: Aleksandar Popovski

Çeviren: Ataol Behramoğlu

Yardımcı Yönetmen: Luca Cortina

Dramaturji: Dubravko Mihanovic

Dekor Tasarımı: Sven Jonke

Kostüm Tasarımı: Taciser Sevinç

Müzik: Barış Manisa

Işık Tasarımı: Mustafa Dinç

Koreografi: Handan Ergiydiren

Dış Sesler: Levent Öktem, Reha Özcan, Sercan Gidişoğlu, Sermet Yeşil, Can Şıkyıldız

Yönetmen Yardımcıları: Verda Zincirkıran, Müslüm Köse

OYUNCULAR:

Özge Özder

Tuba Karabey

Selin İşcan