Seçimler yaklaşıyor; kıyasıya bir yarış olması gibi, vaatlerin  bolluğu da ortada...

Sosyo-ekonomik sorunlar ve bunlara ilişkin vaatlerin en çok konuşulan konular olduğu da bir gerçek. Şaşırtıcı da değil!

Birbirinden ilginç vaatler ortaya çıkmışsa, konuşulacak tabii. Bu vaatlerin bir nevi açık artırılmaya çıkarılmasına da şaşmamak gerek; Türkiye bugüne kadar ne vaatler gördü! Yani, asgari ücretin, CHP’nin 1,500 TL vaadi ile başlayıp ardından Bağımsız Türkiye Partisi’nin eliyle 5,000 TL’ye kadar çıkması çok mu? AKP vaatlerde biraz geride kalmış durumda ama onun elinde atamalardan sosyal yardımlara kadar dağıtılacak “kozlar” var; bu nedenle, diğer partileri popülizmle suçlarken, kendisi liberalizm, klientalizm, muhafazakârlık üçgeninde popülizmin alasını yapmaya koyulmakta. Örneğin ocak ayında 356 milyon lira olan sosyal yardımlar şubat ayında 1 milyar 324 milyon çıkmış; yani dört kat artmış! Bu da yeterli değilse; din, diyanet, Kuran, imam hatip okulları gibi oynanacak başka kozlar var!

Toplumun sorunları ve beklentileri bu yönde olduğundan, partilerin bu yöndeki vaatler üzerinde durmalarında da şaşılacak bir şey yok.

Örneğin TUİK araştırmaları, işgücüne katılım yüzde 50 gibi düşük düzeyde kalsa da, yüzde 10’ların üzerinde bir işsizliğin varlığını gösteriyor; gerçeğin bunun üzerinde olduğuna da kuşku yok. Gençlerde ve yüksek öğrenim görenlerde ise, işsizlik ikiye katlanmakta. Bundan yakınılmayacak da ne yapılacak?

Yine, yakınlarda yayınlanan TUİK’in Aile Araştırması, hanelerin yüzde 22,4’ünün yoksulluk sınırının altında kaldığını ortaya koydu. Yani beş haneden biri yoksul. Üç veya daha çok bağımlı çocuğu olan ailelerde ise, bu oran yüzde 49,6’ya çıkıyor. Hani, en  az üç çocuk sahibi olması istenilen ailelerin durumu bu!

Yapılan tüm araştırmalar da, toplumun en önemli derdinin işsizlik ve geçim sıkıntısı olduğunu gösteriyor. Son olarak, Açık Toplum Vakfı ve Koç Üniversitesince desteklenen “Haziran Seçimlerine Giderken Kamuoyu Dinamikleri” adlı araştırma da, işsizlik  ve ekonomik istikrarsızlığın en önemli birinci ve ikinci sorun olarak görüldüğünü söylemekte. Toplum cenahında, bu tür kaygıların artması dışında, değişen bir şey yok yani!

Peki şaşırtıcı olan ne? Şaşırtıcı olan, bu gerçeklerin oya dönüşürken gösterdiği sapma!

Yani, medyanın, siyasal partiler ve politikacıların, neoliberal ekonomi gerekleri doğrultusunda ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkileri görünmez kılma gayretlerini anlayabiliriz. Devletin yeniden bölüşüm rolünü yatırımların teşviki, rant ekonomisinin canlanması olarak kullananların, adaletsiz gelir dağılımının biraz  olsun düzeltilmesi için “kaynak nerede” diye tutturmalarını da anlayabiliriz. Ama mesele, bu sorunlardan mustarip ve bunların değişmesini isteyecek olanların onlar gibi düşünebilmeleri!  Siyasetin bir “yeniden-bölüşüm” mekânı olduğunu; bugüne dek yeniden-bölüşümün hep sermayeden, iktidar zengini yaratmaktan yana yapıldığını; bunun kabahati hikmeti kendinden menkul bir ekonomiye yüklenirken gerisinde kendi yaptıkları siyasal seçimlerin yattığını görmezlikten gelmeleri!  Şikâyetlerinin sona ermesi kendilerine verilenin bir “lütuf-yardım” olmaktan çıkması için siyasal bilinç ile siyasal mücadeleye ihtiyaç olduğunu bilirken, bilmemeleri!

Nedenleri çok tabii; ancak önemli bir ucunun sendikalara dayandığı da kuşkusuz. Bugün, hükümet temsilcisi gibi davranabilen sendikalardan söz ediliyor;  yazık! Ancak emek ve sendikalarla ilgili asıl sorunu, emeğin ekmeğiyle siyasal davranışı arasındaki ilişkinin görünmez kılınmasında aramak doğru olur! Bu tür sendikaları var eden de, emeğin bu tür ilişkiler kurmaktan uzak kalışıyla ilgili.

O nedenle, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını isteyelim, eleştirilerimizi esirgemeyelim ama düşünmekten de vazgeçmeyelim diyorum.

O nedenle, işsizlikten, geçim darlığından yakınanlar, sayıları 17 milyonu geçen ücretli ve yevmiyeliler, emeğin hakkını korumak için kurulan sendikalar siyasetle ekonomi, üretimle bölüşüm arasında ilişkiler ortadayken, bu seçimde sizler neredesiniz diye sormak istiyorum.

O nedenle, birileri durmadan “milli irade” derken, sizin iradenizin emekçilerden yana partiler yönünde gelişmedikçe, Nâzım’ın dediği gibi, “demeye de dilim varmıyor ama/ kabahatin çoğu senin canım kardeşim” demekten başka bir şey olmadığını da görelim diyorum.