“Gerçekten şiddetli bir şey geliyor” dedi Macit Amca. Fırtınadan bahsettiğini düşündüm, ama önünde açık olan gazetede hava durumuyla ilgili bir haber yoktu. Sormadım gelen şeyin ne olduğunu, niye öyle söylediğini. Balıkçılar kahvesinde başımı kaldırmaksızın defterime yazıyordum.

Benim gibi balıkçılar da kendi içlerinde bir şeylerin hesabını görüyorlardı sanki. Eskisi gibi siyasetten konuşmuyorlardı, konuşsalar bile şifreli sözler ediyorlardı birbirlerine, balıktan konuşurlarken ekonomiyi tartıştıklarını dışarıdan birisi anlamazdı. Herkesin neşesi biraz azalmıştı.

“Bu aralar çok sessizsin” dedi Macit Amca. “Durup nasıl gidiyor diye kendime sorduğum günler” dedim. “Peki nasıl gidiyormuş?” diye sordu, gülerek. Benimle uğraşmayı her zaman sevmiştir, sevgisini gösterme şekli… “Ezbere, mış gibi yaşamamak için, bildiklerimi, öğrendiklerimi gözden geçiriyorum. Bu da okuyup yazarak oluyor işte.” Macit Amca, pencereden gözüken denize bakarak bir süre sustu. “Biliyor musun” dedi, “bu ülkede herkesin bildiklerini gözden geçirmesi gerek, ezbere siyaset buraya kadar. Daha ötesi yok artık. Bir sürü şey oluyor ve yapabildiğimiz tek şey seyretmek. Kendimi hiç bu kadar ülkenin dışındaymış gibi hissetmemiştim. Muhtemelen 30’larda Almanya’da da böyle hissediliyordu.”

Çaylar geldi, gazete yazım için defterime aldığım notlardan okudum ona. Önümde, Umberto Eco’nun Beş Ahlak Yazısı” kitabından altını çizdiğim yerler vardı.

Umberto Eco, diktatörlüğü ve totalitarizmi, devletin bireye musallat oluşuna göre ayırıyordu. Ideolojisi zayıf bir siyasi hareket, totaliter olmayı istese de başaramaz, diktatörlükle yetinmek zorundadır. Şimdiki diktatörlük heveslilerine ve savundukları şeye bakınca, karmakarışık, tutarsız bir yığın ıvır zıvır şeyden başka bir şey görmemem, gerçekte Umberto Eco’nun bahsettiği gibi, faşizmin olmazsa olmaz bir özelliğiydi. Faşizm, hiçbir zaman tek parçadan oluşmaz, farklı siyasi ve felsefi görüşlerden oluşmuş bir kolaj, bir çelişkiler yumağıdır. Yoksa, mutlak denetim ve serbest piyasa, askerî ve sivil söylemler nasıl bu kadar iç içe kullanılabilirdi ki? Demokrasi taraftarı olup, saltanat ve fetih coşkusuyla hareket edilmesi, başka nasıl açıklanabilirdi?

Umberto Eco, “domuz entelektüeller”, “radikal züppeler”, “üniversiteler komünist yuvasıdır” gibi sık sık kullanılan ifadelerde ortaya çıkan entelektüel düşmanlığının, kök-faşizmin önemli göstergelerinden biri olduğunu yazmıştı. Bir rektörün çıkıp “En tehlikeli kesim, okumuşlardır” demesi, anlamlıydı bu yüzden. Aydınlara, sanatçılara, akademisyenlere nelerin söylendiğini biliyoruz. Aslında karşı olunan şey, kültür sanat değil, ciddi kaynak ayrılıyor bu alana. Rahatsızlık veren, kültür ve sanatın eleştirel bir tavra sahip olması, geleneksel değerleri sorgulaması. Bu yüzden de yetiştirdikleri sanatçı, iyi bir taklitçiden öteye gidemiyor. Hakikati aramak gibi bir kaygısı olmuyor çünkü. Umberto Eco’nun dediği gibi, onlar için hakikat bir kere açıklanmıştır ve bu açıklama sonsuza kadar geçerlidir.

Eleştirel her yaklaşım, farklı düşünülebileceğini göstererek uyumsuzluğa neden olduğu için, ihanetle suçlanarak bastırılır mutlaka. Ve her zaman komplo teorilerine başvurularak içeride ve dışarıda düşmanlar yaratılır. Barışseverlik düşmanla işbirliği demektir, zayıflıktır, ihanettir… Falanjistler, “Yaşasın ölüm!” diye bağırmıyorlardı boşuna.

Faşizmin güç aldığı kesimin, hayal kırıklığı içindeki orta sınıflar olduğu da unutuluyor sıklıkla. Önceki iktidarların ve rejimin yaşattığı bütün o hayal kırıklıklarıyla yüzleşmeden, ne söylense boş, anlamsız…

Yağmur sesiyle başımı defterden kaldırdım. Macit Amca, dalıp gitmiş, pencereden yağmuru seyrediyordu. Defteri kalemi bırakıp, yağmura çıktım… Turgut Uyar’ın dediği gibi, “herkeslerin kaçıştığı bu yağmur”da, arı duru yıkanmaktı isteğim, “Yaşasın hayat!” diye bağırarak…