Çatalhöyük ile başlayan Göbeklitepe ile bugün sınırları zorlayan Anadolu, uygarlık tarihinin kilit taşıdır. Bu coğrafya bu nedenle özeldir ve bilimsel bir disiplin dahilinde olmadan, sadece kazı yapmak için yapılan her düzenleme sadece Anadolu’ya değil, insanlığın ortak evrensel mirasına büyük zararlar verir

Arkeolojinin taşeronlaştırılması kültürel mirası yok eder

Murat Nağış - Aktüel Arkeoloji Dergisi

Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Numan Kurtulmuş “Bizim diyelim 30 senede yaptığımızı özel sektör üç, dört yılda yapabilir. Allah korusun bir parçanın bile bir şekilde imha olmayacağı, telef olmayacağı bir yapıyı kurarsak bize bu alanda büyük mesafe kazandıracak” diyerek, özel sektörün arkeolojik alanlarda kazı yapabilmesi için bir düzenleme yapıldığını, firmaların önce kazı yapacakları, sonrasında ise arkeolojik alanı bir “işletme” olarak çalıştırabilecekleri “kaz, işlet” modeli üzerinde çalıştıklarını açıkladı.

Böyle bir düzenlemenin insanlık tarihinin anlaşılması açısından en önemli arkeolojik “bilgileri” sağlayan Anadolu için büyük bir felaket olacağını görmek gerekir. Bunun bir felaket olacağı ne bir tahmin ne bir öngörüdür.

Yakın zamanda gazetelerde yer alan ve sayısı gitgide artan tarihi eser kaçakçılığı haberleri, aslında kısmi olarak bir felaketin içinde olduğumuzu gösterir. “İstanbul’da son üç yıl içinde 52 bin 432 tarihi eser ele geçirildi.” Ülkemizin sınır kapılarını da göz önünde bulundurursak, bu rakamın rahatlıkla 100 binlere çıkabileceğini söyleyebiliriz. Bir de elbette yakalanamayanlar, dinamitle parçalananlar, yok edilenler var. Bunlar sayılmıyor bile...

Ele geçirilen bu eserlerin, yasalar gereği toprak üstünde ve altında bulunan tüm kültür varlıklarının sahibi olan devletin resmi izni ile yapılan herhangi bir arkeolojik kazı ile değil, devletin güvencesinde olan ancak korunamayan arkeolojik alanlarda yapılan “yasal” olmayan kaçak kazı faaliyetleri sırasında bulunan eserler olduğunu vurgulamak gerekir. Bu eserlerin sahibi ve koruyucusu devlettir. Türkiye ne yazık ki bu noktada, dünyanın en büyük kaçak kazı coğrafyasına haline geldi. Köşeyi dönmek, zengin olmak için Anadolu’nun dört bir yanını gece gündüz yok eden büyük bir yağma ile karşı karşıyayız ve bununla mücadele eden herhangi bir kurum maalesef yok.

İkincisi, İstanbul Arkeoloji Müzeleri dahil olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında yer alan Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı müzeler, kapasitelerinin üzerinde esere sahip. Bakanlığa bağlı bu müzelerde sergilenebilen eser kadar sergilenemeyen milyonlarca eser depolarda bekletilmekte. Kültepe Kazıları başkanı sadece Kayseri Arkeoloji Müzesi’nin deposunda sergilenecek nitelikte, yaklaşık 50 bin “ünik” eserin bulunduğunu ifade ediyor. Üç, dört yılda bulunacak eserleri sergileyecek müze kapasitemizin olmadığını kabul etmek gerekir.

Üçüncüsü, arkeolojik kazıların yapılma amacı müzeler için eser bulmak ya da turistlerin gezmesi için yapıları açığa çıkarmak değildir. Arkeolojik kazı çalışması, bilimsel bir disiplin içinde insanlık tarihinin anlaşılabilmesi amacı ile arkeolojik katmanlar, maddi kalıntılar arasındaki “bilgiye” ulaşmak için yapılır. Bu bilgi bazen yanık bir toprak kalıntısıdır.

Bazen ise antik bir tapınak. Bilim insanı için maddi kalıntı insanlık tarihini aydınlatacak bir belgedir ve bu belgenin kaybolması, zarar görmesi yapılan çalışmanın sonuçsuz ve anlamsız kalmasına neden olur. Bu nedenle bilim insanı için bir arkeolojik kazının neden yapılması gerektiği, hangi soruna ve bilgiye ışık tutacağı kademeli olarak yürütülür; kazının tüm süreci belgelenir ve bu belgeler ışığında insanlık tarihinin bir boşluğunun doldurulması amaçlanır. Bu nedenle kazılar uzun zaman aralıklarında sürdürülür. Anadolu gibi bir coğrafyada üç, dört yılda kazı yapılması hem bilimsel hem teknik açıdan imkansızdır. Üzerinde yaşadığımız coğrafya yani Anadolu, özellikle son 60 yılda açığa çıkan bilgilerin gösterdiği gibi, insanın yerleşikleşmeye başlaması ile birlikte süregelen son 12 bin yıllık tarihin en önemli coğrafyası konumundadır. Çatalhöyük ile başlayan Göbeklitepe ile bugün sınırları zorlayan Anadolu, uygarlık tarihinin kilit taşıdır. Bu coğrafya bu nedenle özeldir ve bilimsel bir disiplin dahilinde olmadan, sadece kazı yapmak için yapılan her düzenleme sadece Anadolu’ya değil, insanlığın ortak evrensel mirasına büyük zararlar verir.

Anadolu’yu Avrupa ile, özellikle de İngiltere ile karıştırmamak gerekir. İngiltere başta olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde arkeoloji özel sektör tarafından yürütülür. Bu firmalar büyük arkeoloji projeleri yürütmez, kamunun ya da özel sektörün yatırım yapacağı güzergah ya da bölgede kurtarma kazıları ya da kent içerisinde kentsel kazılar yaparak, hızlıca alanı temizlemeyi amaçlarlar. Efes, Troya, Alacahöyük, Hattuşa gibi arkeolojik alanlarda yüz yıla yakındır yürütülen kazı çalışmaları Anadolu’nun binlerce yıllık tarihsel zenginliğinin üç, dört yılda kazılamayacağını gösterir.

Bu konuda öncelikle birtakım tespitler yapmak gerekir. Kültür ve Turizm Bakanlığı tam olarak neyi hedeflemektedir?

Turizmi geliştirmek için arkeolojik alanları kullanmayı mı? Yoksa sanayileşen Türkiye’de yatırımların önünde engel olarak görülen arkeolojik alanların kısa sürede kazılıp kaldırılmasını mı? Anadolu’nun güçlü, zengin arkeolojik mirasını korumak, anlamak ve gelecek kuşaklara taşımak için güçlü bir arkeoloji politikası kurmak mı? Bunlar elbette cevaplanması gereken sorulardır.

Arkeoloji bugün Türkiye turizmi için önemli bir aktör olarak gösterilmeye çalışılsa da, aslında veriler hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü verilerine göre 2017 yılında arkeolojik alanlar ve müzelerden 190 milyon TL gelir elde edildi. Yıllık turizm geliri 30 milyar doların üzerinde olan Türkiye için arkeolojik alanlardan elde edilen gelir devede kulak aslında. Zaten Türsab, TYD ve diğer turizm odaklı kurumlara bakarsanız, arkeolojik alanların onlar için görsel olarak kullandıkları bir dekordan ibaret olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Otelde sıkılan turistin belki günübirlik görebileceği bir ziyaret alanı gibidir arkeoloji... Dolayısıyla, Kültür ve Turizm Bakanlığının turizmi geliştirmek için arkeolojik alanları kullanmayı hedeflemediğini rahatlıkla söyleyebiliriz ki Dösim verileri de elde edilen gelirin büyük bir kısmının arkeolojik alanlardan değil, daha çok Konya Mevlana Müzesi, Topkapı Sarayı Müzesi, Ayasofya Müzesi gibi müzelerden geldiğini özellikle belirtmektedir.

Peki, Kültür ve Turizm Bakanlığı arkeolojik alanları bir engel olarak görüyor olabilir mi? Genel olarak Türkiye’nin büyüme arzusu ve sanayileşmeye dönük çabalarına ve bunun sonucunda ortaya çıkan tahribata bakınca, bunun sadece doğal alanlar, zeytinlikler ve ormanlarla kalmayacağı açıktı. Ancak zeytinlik ve ormanlık alanlardan daha zor bir engel var ki kolaylıkla bir gecede yıkıp yok edemiyorsunuz. Arkeolojik alanlar, bugün Türkiye’nin dört bir yanında fütursuzca yatırım yapmak isteyen kamu ve özel sektörün en büyük baş belası. Türkiye arkeoloji bakımından öylesine zengin ki nereye dokunsalar arkeolojik alan ile karşılaşıyorlar, müze ve üniversitelerin de öyle hızlıca kazı yapıp kaldırmak gibi bir dertleri olmadığından, bu işi hızlandıracak yeni bir sisteme gereksinim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Son yılların en önemli keşiflerinden olan İstanbul’daki Yenikapı, Marmaray ve Metro Kurtarma Kazıları projesinden biliyoruz ki, arkeolojik kazılar projeyi büyük oranda yavaşlatmış ve beklenenin üzerinde gidere neden olmuştu.

Son olarak, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Anadolu’nun güçlü zengin arkeolojik mirasını, kültürel değerlerini korumak, anlamak ve gelecek kuşaklara taşımak için güçlü bir arkeoloji politikası kurmak mı istiyor diye düşünebiliriz. Bu elbette önemli bir seçenek ve bunu göz ardı etmemek gerekir. Son yılarda UNESCO Dünya Miras Listesine Türkiye’den birçok yeni arkeolojik yerleşimin kabul edilmesi, geçici listeye 50’ye yakın yerleşim alınması, Gaziantep, Şanlıurfa, Aydın, Adana, Hatay gibi kentlerimizde uluslararası nitelikte müzelerin kurulması önemli gelişmeler.

Anadolu’nun kültür değerlerinin önemi sadece maddi kalıntıdan da ibaret değil, Türkiye yaklaşık 100 yıllık bir akademik gelenek, yaklaşık 35 üniversitede eğitim veren arkeoloji bölümleri, akademisyenleri ve öğrencileri ile dinamik bir arkeoloji kültürü ve bilimsel disiplinine sahip. Türkiye’nin bugün hiç ihtiyaç duymadığı bu düzenleme kanımca, arkeolojik alanların “taşeronlaştırılarak” özel sektöre sunulmaya çalışılmasıdır.

Yapılması planlanan bu düzenlemenin, insanlığın ortak mirası olan Anadolu’nun arkeolojik ve kültürel değerlerinin bilimsel ve kavramsal olarak anlaşılması için pozitif bir katkı sağlayamayacağını kesinlikle belirtmek gerekir. Böyle bir düzenleme ile hem arkeolojik alanların yok edilmesinin önü açılacak hem de büyük tahribatlar yaşanacak ve geri dönülemez, onarılamaz yaralar açılacaktır. Düzenlemenin henüz içeriğini bilmediğimiz için gelecekte önümüze çıkabilecek büyük sorunları tartışmak, bunlar üzerine fikir bile yürütmek istememekteyiz. Arzumuz bu tür düzenlemelerden bir an önce vazgeçilmesi ve arkeolojinin daha öncelikli sorunları, talepleri ve amaçları için destek sağlayan, katkı yapan ve önünü açan bir anlayıştan yana olunmasıdır.