Aramızdaki gri buluttan birbirimize baktık. Koyu kahverengi gözleri vardı. “Güzel kızmışsın,” dedi. Gülümsedim. Bakmaya devam etti

Artık burada değiller

SİNEM SAL

“Güven zıkkım bir şey.” Kafamı yana doğru çevirdiğimde bembeyaz saçlarıyla denize bakan yaşlı kadını gördüm. Arkasında, kışın görüntüsüne uygun düşen montlarıyla bazı veletler koşturuyordu. Yaşlı kadın, elindeki kestane kesesinden bir tane kestane aldı. Uzun, ojeli, kalın tabakalı tırnaklarıyla kestaneyi aralarken tekrar etti “Güven zıkkım bir şey.”

Onun baktığı yöne doğru döndüm. Aynı şeyi konuşmak için bir ortaklık yakalamaya çalışıyordum. Bütün gün canım sıkılmıştı. Hastane raporu alıp işe gidemediğim günün sabahında, hastanenin biraz ötesindeki çocuk parkında karşılaşmıştık onunla. Adı Erlin. Hatta ad Erlin Hanım. İsmini sorduğumda öyle demişti. Erlin Hanım…

Mor kabanın üstüne taktığı sarı atkıyı düzeltti kestane yemeyi bitirdiğinde. “İyi misiniz?” diye sordum. Anlamsızca. Tanıdık yerlerden sızmak istemiştim birbirimizin hayatına. Zordu. Kilitlenmiş bir sandık gibiydi insan. İçinde gündelik hayata dahil olmayan tonla şey vardı. Açmak gerekir miydi bilmiyordum. Ama vardı işte. Belki de üstüne oturmak gerekirdi. Kapatmak. Biri geçecek ve soracak olursa, o tarafa gitti demek gerekti. Üstümüzü kapatmak, üstümüze çıkmak, kendimizi korumak lazım gelirdi.

Erlin Hanım, sarı çantasından çıkardığı ince sigarayı, kemikli ve uzun parmaklarının arasında tutarken diğer eliyle çakmağını arıyordu. Cebimden çıkarıp uzattım. Sigarasını ağzına götürüp çakmağımın ucuna doğru getirdi. Yaktım. Derin olmayan bir nefes aldı ve dumanı neredeyse olduğu gibi havaya bıraktı. Aramızdaki gri buluttan birbirimize baktık. Koyu kahverengi gözleri vardı. “Güzel kızmışsın,” dedi. Gülümsedim. Bakmaya devam etti.

“Ben her sabah buraya gelirim, çünkü insan anısına sahip çıkmalı. Anılar boş bırakıldığında üstüne koşuyor. Kapaklanıyor.”

“Ben bugün ilk kez geldim buraya. Hastaneye gidecektim aslında. Güzel bir parkmış.”

“Güzeldir. Önceden daha güzeldi. Çocuklarım varken mesela.”

“Anladım. Eski misiniz burada?”

“Öyle sayılır. 37 sene oldu. İlk anne olduğumda taşındık buraya.”

“O zamanlar da böyle miydi?”

Durdu. Gülümsedi. Bana bakmamaya gayret gösteriyordu.

“Değildi,” dedi. Çok şey söyledi. Kelimelerin ağırlığını tahmin etmek imkansızdır. Uzun cümleler, sanıldığı kadar yük taşımayabilir. Önümüzde bir kamyon durdu. Soğuktan açmış olan güneşimizin ışığı kesildi ve aniden beton bir binanın önünde gölge altında oturan iki çocuk gibi kaldık parkta. Denizi göremiyorduk. Aramızdaki kırmızı kamyonun üstünde yazan NAKLİYAT kelimesine bakıyordum.

“Değildi böyle. Kızlarımı salıncağa bindirmek için gelirdim. Ekmek arasında peynir, domates yerlerdi. Koşunca su isterlerdi. Büyüyünce değişiyor çocuklar. Bırakıp gitmenin derdine düşüyorlar.”

Annelerin başka annelerden miras aldığı sözleri, yakınmaları hatta övünmeleri vardı. Enfes bir alışılmışlık dünyayı ele geçirmişti.

“Öyle,” dedim “herkes kendi hayatının peşinde neticede. Çocuklar, annelerini bırakıyorlar ki kendilerini o sırada korumayan şeyleri sevme yeteneğine erişsinler.”

Omzunu silkerek güldü. Geç bunlar dedi o tek omuz ve tek yanaklı gülüş bana. Bıraksana dedi… Sustum. Derin bir nefes aldı. Önümüzden kırmızı paltolu bir çocuk geçiyordu. Annesinin elini sıkı sıkı tutmuş, bir iki adım ilerisinden, koşar adımlarla annesinin yürüme hızına yetişmeye çalışıyordu sanki. Erlin Hanım, incecik ve çenesine doğru buruşukluğuyla büzüşmüş olan alt dudağını ısırdı.

“Bir gün ikinci kızıma hamileyken,” dedi “büyük kızımı bu parka getirmiştim. Kenarda oturmuştum. Şurada büyük bir bank vardı o zaman. Tam oraya. Cep fotoromanları vardı o zaman. Onlardan birini okuyordum. Siyah beyaz sayfada, duvara yaslanmış olan kadının sarı saçlı olduğunu anlayabiliyordum. İncecik, hafif kalkık burnu vardı. Hikâyeyi şimdi hatırlamıyorum ama onun yerinde olmak istiyordum. Dümdüz bir karnı vardı kadının. Trençkot giyiyordu. Belini sımsıkı sarmıştı. Bense o sırada okumakta olduğum fotomanı karnımın üstünde tutuyordum. İlk hamileliğimden atamadığım kiloların üstüne yenileri ekleniyordu. Saçlarımın boya sarısı, yarısına kadar inmiş, simsiyah kökleriyle bir karış kadar yol almıştı saçım. Önümde kızım koşturuyordu. Yeniden fotoromana dönmüştüm. Bir sonraki sayfada yakışıklı adamla, o kadın öpüşüyordu. Gözleri kapalıydı. Ben de kocamı öperken gözlerimi kapatmayı fotoromanlardan öğrenmiştim.” Durdu. Yine o alaycı gülümsemeyle gülüp paltosunu ve atkısını düzeltti. Devam etti.

“Oysa öyle olmamalı değil mi? Ne bileyim yani… insanın içinden gelmeli böyle şeyler. Sonra… kızım geldi yanıma ‘bu parka’ dedi, ‘keşke bir ağaç diksek anne.’ Olur, dedim ben de. Yaparız. Bir hafta sonra bir fidan diktik. Şu küçük çamı işte. Sağlam olsun diye. Sever misin ağaçları?”

“Severim elbette. Sonra ne oldu peki?”

“Sonra hiçbir şey olmadı. Kızlarım evlendi. Gittiler. Bu parka kendi çocuklarını getiremeyecek kadar uzağa. Sanki burada sürdükleri bisikletin tekerlekleri paslandı, durdu. Kızlarımın kendi hayatı oldu. Benim hayatımsa kızlarımın olmuştu.”

“Sizi aramıyorlar mı?”

“Onu demiyorum ki ben…”

“Ne diyordunuz?”

“Bu ağaçları buraya ekenler, artık burada yaşamıyor. ”