Bugün “Cumhuriyet Davası”nın yeni bir duruşması var. Dava da aslında hukuk değil de bir intikam davası. Cumhuriyet’in savunduğu “Cumhuriyet ilkeleri” en büyük suçu oluşturuyor.

En başında da “laiklik” geliyor.

Din ile devlet işlerinin ayrı olarak yürütülmesi meselesi… Şimdi birleşik yürütülüyor. Ama görüldüğü üzere hiç de iyi sonuçlar vermiyor.

Kurulmak istenen “yeni rejim”in iki numaralı makamı olan Diyanet İşleri Başkanlığı ile en tepe makam arasında sorunlar çıktı. Haliyle adında “Din” bulunan makam sahibi özveride bulundu, gitti!

Cumhuriyet ise 94 yıldır aynı yerinde duruyor: Laik Cumhuriyet’in en önde gelen savunucusu!

• • •

Cumhuriyet Gazetesi Davası kişisel bir davadır. Cumhuriyet değerlerine karşı olduğunu her fırsatta dile getiren kişi ile gazete arasında…

Hukuki değil siyasidir.

Ama bu karşıtlığın yeri adliyeler değil, bütün bir yaşam alınıdır. Herkes hünerini göstersin, kim haklıysa artık ona da toplum karar versin.

Siyasetçi icraatlarını yapacak, gazeteciler de onu değerlendirecek. İyi ya da kötü… Övücü ya da yıpratıcı… Basın özgürlüğü bunun için vardır.

Siyasetin, demokrasinin, hukuk devletin kuralları bunu gerektiriyor. Bizim ülkemizde çok sık başvurulduğu üzere futbol kuralları üzerinden izah edersek, her takım 11 futbolcu ile sahaya çıkacak. Ceza sahası içinde kaleci dışında hiçbir futbolcu topa elle müdahale etmeyecek. Rakibini yere düşürmeyecek. Bu kuralların toplamı var. Dokuz kusurlu hareket. Hepsi penaltı olur. Penaltı da golün yarısıdır. Yani “delikanlı” olunacak!

Ama bizim ülkede böyle olmuyor.

İktidarda olan bütün kuralları kendine göre yeniden düzenliyor.

Elbette haksızlık bu…

Bu haksızlıklarla mücadele etmekle birinci derecede sol cenahta olanların işi, hatta görevi. Sadece kendileri için değil tam karşılarında olanlar için de bu tavrı göstermek zorundadırlar.

Mesela 1990’lı yıllarda sol kimlikli politik şahsiyetler tam karşısında oldukları İslamcı akımların yargılanan, mağdur olan, hapse atılan bireylerinin dertlerini dert edinmişlerdi. Bunların başında da Şanar Yurdatapan geliyordu.

Sadece solcu yazar-çizerlerin yangılandığı davalarla değil, İslamcı yazarların, gazeteciler hakkında açılmış davalara müdahil oluyor, onların dava konusu olan metinlerini imzaya açıyor, “ben de bu suçu işliyorum” diye savcılığa kendilerini ihbar ettiriyordu.

Zor zamanlardı. Laisizmi savunanlar “bunların demokrasiyle ilgileri yok, akılları fikirleri şeriatta” diye uyarıyorlardı.
Haklı olabilirlerdi ama kuralsızlık vardı.

Solcularla birlikte İslamcılar da devletin hışmına uğruyorlardı. Mesela TCK’nın ünlü 312. Maddesinden mahkûm olmuş solcu gazeteci Oral Çalışlar’ın, Trabzon Havaalanındayken telefonu çalmıştı. Geçmiş olsun dileklerini iletmek için arayan, aynı maddenin mağduru İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan idi.

Aradan yıllar geçti. Erdoğan başbakan oldu, üstüne bir de Cumhurbaşkanı seçildi. Ama devletin muhalif kişi ve kuruluşlara karşı “kuşkulu” bakış açısı değişmedi. O yıllardan kalan tek olumlu şey ise Erdoğan ile Oral arasındaki bu yakınlaşma olarak kaldı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de cezaevlerinin müdavimi olan Oral, ilk kez bir olağanüstü dönemde hapiste değil.

• • •

Şimdilerde yine devletin iftiracı mekanizması bütün hışmıyla çalışıyor. Suç olmayan alanlardan sanıklar yaratıyor, çamur atıyor, onları hapse atıyor, yıllarını alıyor. Zaman kaybettiriyor. Ömür tükettiriyor.


Oysa ortada bir suç yok, iktidar gücünün kontrolsüz kullanım keyfiliği var. Hem de eskiden bu yöntemle mağdur olmuş olanlar tarafından uygulanıyor.

Hem hapislerde olan dürüst insanlara zarar veriyor, hem ülkeye zarar veriyor, hem de kendilerine zarar veriyor.

Gazetecilerin dışarıda olmaları, haber yapmaları, köşe yazıları, dizi yazılar yazmaları hapiste oldukları kadar iktidara zarar vermiyor. İktidardakilerin bunu hâlâ anlayamamış olmaları ne kadar, garip değil mi?

Bir başka garip olan şey de bunca yıldır aynı çıkmaz sokaklardan medet umulması…

Artık yeter!