Açlık grevleri ölüm oruçlarına dönüşerek devam ediyor.

İnsanlarımızın hayatı Başbakan’ın seyahati ardından edeceği iki çift lafa bağlanmış. Onun da istediği bu zaten: “Ben ne dersem o” rejimi...

“Ağzı olan konuşmasın” rejimine ilaveten “Ağzı olan isterse hiç yemesin, bana ne!” rejimi. 

Ama Kürtler rejim yapmıyorlar behey zalimler, özgürlükleri için ölüme yatıyorlar!

***

Demedi demeyin, RTE açlık grevleri sorununun etrafından yine yeni bir yalanla dolanacak. Çünkü siyasette yalan dozajı, mevsim normallerinin üstüne çıktı ki bu hiç hayra alamet değil.

Tek bir örnek yeter: Koster bozuk! Yani açlık grevleri için tek makul çözüm yolu tıkalı…

Pişkin pişkin hep böyle konuşuyorlar. Çünkü bu memlekette hukuk yok. Bunun yerine RTE’nin tercihleri, kararları var. Yüzlerce örnek yaşadık ve bu yüzden belki kanıksadık.

Hukukmuş! Yani Deniz Feneri davası, Çukurambar suikast iddiası, tek başına Soner Yalçın’ın durumu, RTE’nin “yargıya gereğini yapmalarını söyledim” pervasızlığı; hukuk buymuş…

Şimdi yine minareye-hukuksuzluğa kılıf dikme konfeksiyonunda tezgâha iki konu daha serildi. Birincisi komisyonda görüşülen Belediyeler Kanunu, ikincisi olarak da AKP’nin Başkanlık sistemi teklifi Anayasa Komisyonu’na iletildi.

Arada elbette bir de Suriye meselesi var. Kasımdaki ABD başkanlık seçimlerinde sonra sıra Suriye’de deniyordu; orada seçimleri katır değil satır kazandı ama, Obama şimdi de bütçe açığı nedeniyle kendi askeri yerine taşeron asker kullanacakmış. Bakalım ne olacak? Neo-Osmanlıcılığın çöküşüne göz mü yumulacak yahut geçici payanda mı konulacak?

Her neyse, RTE fıtratında Başkanlık Rejimi, herkesin tahmin ettiği gibi itilafçı neo-Osmanlı kalibresinde bir Sultanlık gibiyse, Belediye Kanunu’nun zımni amacı denilen eyalet nizamı da ancak post modern feodal beylikler muhtevasında olabilir. Çünkü bu tasarılar, kafalarındaki tarihsel/dinsel/sınıfsal hedefe yönelik bir ilk adım ya da prova… Ama Belediye Kanunu az buz değil, tam 29 vilayeti, yani nüfusun yüzde 75’i demek olan 56 milyon yurttaşı ilgilendiriyor.

Peki ama bizler, bu ülkenin sosyalistleri ne diyoruz?

“Kürtler özgür olsun, hiç olmazsa özerklik olsun” diye AB’nin neo-liberalizm sofrasındaki kalkınma ajansları konseptine göre belediyelerin şirketleştiği, yerel diktatörlerin RTE’nin başkanlık diktasına payanda olduğu bir rejime çanak mı tutmuş olacağız?

Kürtlere bir nebze özerklik uğruna yahut umuduyla yahut beklentisiyle böyle bir sistem desteklenirse Kürtler (de) sözde özerklik statüsü altında çok daha ağır bir köleliğe terk edilmiş olmazlar mı?

Elbette bu tür katakulliler için hiçbir Kürt canını da, oyunu da vermez, vermemeli; oyuna gelmez, gelmemeli…

Ama açıkça anlaşılıyor ki Belediye Kanunu ile “Kürtlerin de talebiymiş” gibi bazı hususlar aynı torbaya atılacak, 2010 referandumu benzeri bir aldatmacayla karşımıza çıkılacak. Bu da yetmeyecek, bunun bedeli olarak Başkanlık Rejimine destek dahi istenecek…

Elbette Başkanlık rejimi tasarısında da başlangıçta çıtayı mahsus yüksek tuttular. Kendileri dışında herkesin itiraz edeceğini biliyorlardı. Şimdi “bakın geri adım attık,” filan diyecekler...  Ve uzlaşıyormuş gibi yine bildiklerini okuyacaklar, okutacaklar…

RTE son olarak, “Başkanlıkta Türk sistemi” dedi ya… Bak, bak, bak! MHP seçmeni nasıl da kafalanacak?!  Türklere dönüp Başkanlıkta Türk sistemi, Kürtlere dönüp belediyelerde Kürt sistemi, öyle mi?

AKP’nin manevralarındaki bezirganlık ve cazgırlık o kadar pespaye ki… RTE hem BDP’ye hem MHP seçmenine oynuyor.  Bunu herkes görebiliyor. Belediyeler kanununda MHP’yi ikna edemedi. Şimdi bu yüzden mecliste BDP milletvekillerinin oylarına ihtiyaç var. Ama ardından Başkan seçilebilmesi için de (yine) MHP seçmeninin oyları lazım… Bu yüzden (Belediyeler kanunuyla nasıl olsa “boncuk” verdik sandıkları) Kürtlerin canına okuyacak bir söylem ve eylem elinin altında olmalı. Nitekim RTE’nin (bu kez MHP’liler için “boncuk” anlamında) ikide bir idamdan söz etmesi boşuna değil.

Evet böylece her kesim için zor karar günleri kapıya geldi, dayandı.

Bir: Kürtler böyle bir seçeneği (yine de) kabul eder mi? Dikta altında bir “özerklik”, özgürlük getirir mi? Yoksa “ehveni şerdir, yetmez ama evet” denilir mi?

İki: Sosyalistler, devrimciler “yahu hiç olmazsa Kürtlere belki özgürlük verilebilir” diye, topyekûn özgürlüklere kast eden gelişmelere sessiz kalıp özgürlüklerden topyekûn vazgeçebilir mi?

“Yetmez ama evet” ve hatta “boykot” gibi siyasetler yeterince felaket getirdi. Bu yüzden şimdi mutlaka tek ve ortak bir cevabımız olmalı:

Artık Yeter. Êdî bese.