Seçimlerin ardından siyasete bir canlılık geldi. Bu canlılık, arzunun ortaya çıkışıyla ilgili, bağlantısız kalmış dışlanmışların bağlanma arzusuyla… İstanbul’da yaşayan bir arkadaşım, önceki belediye yönetimini kastederek, kendimi yabancı bir ülkede yaşıyormuşum gibi hissediyordum demişti. Belediye tesislerine gittiğinde, kendi arzusuna yönelik hiçbir şey bulamıyordu, çalan müzikten dekorasyona… Daha önce dışlanmışlar, merkezi, daha doğrusu Jodi Dean’in “şebeke” diye […]

Seçimlerin ardından siyasete bir canlılık geldi. Bu canlılık, arzunun ortaya çıkışıyla ilgili, bağlantısız kalmış dışlanmışların bağlanma arzusuyla… İstanbul’da yaşayan bir arkadaşım, önceki belediye yönetimini kastederek, kendimi yabancı bir ülkede yaşıyormuşum gibi hissediyordum demişti. Belediye tesislerine gittiğinde, kendi arzusuna yönelik hiçbir şey bulamıyordu, çalan müzikten dekorasyona… Daha önce dışlanmışlar, merkezi, daha doğrusu Jodi Dean’in “şebeke” diye tarif ettiği sistemi ele geçirmesiyle, kendilerini dışlayanları dışlamış ve arzularını tek ölçüt olarak kabul etmişlerdi. Dışlananların arzularının hiçbir önemi ve değeri kalmamıştı. Daha önce kendilerine yapılanları, aynen ve hatta fazlasıyla iade etmişlerdi. Bu dışlama, kendi içlerinde de devam etmişti; birileri şebekeden daha çok faydalanmak isteyince.

Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş, yaptıkları konuşmalarda ağız birliği etmişcesine, kimseyi dışlamayacaklarını, ötekileştirmeyeceklerini tekrarlayıp durdular ki, geçmişten bugüne gelen dışlama döngüsünün kırılması için önemli bir duruştu bu. Uygulamada da bunu gösterdiklerinde, kamplaşmanın zayıflayacağı öngörülebilir. Kamplaşmanın zayıflaması, iki kampta da yer alan ve nemalanan bazı politikacıları ve çevreleri rahatsız edecek muhtemelen. Ama ancak bu sayede siyaset, kimlik çatışmaları dışındaki konuları da gündemine alabilir, sağcısı solcusu kafa kafaya verip ülke meselelerinin çözümü için ortak akıl üretebilecek noktaya gelir. Ortak akıl, tek bir akıldan değil, akıllardan oluşur.

Şebekeler

Peki, bu kamplaşma ve şebeke, sadece siyasi düzlemde mi mevcut? Jodi Dean, “Komünist Ufuk” adlı kitabında, şebekeleşmenin, özellikle iletişim ve sosyal medya alanında günümüz kapitalist düzeninin olmazsa olmaz bir parçası haline geldiğinden bahsediyor. Kitlesel, hızlı, duygulanıma açık şebekeler… Orada da dışlanma ve bağlanma döngüsü devam ediyor. Birileri sizi takip etmeyi bıraktığında, değersizlik hissi kaçınılmaz oluyor. Şebekeye bağlanılamadığında yaşanan o içsel boşluk… Ama bu şebekeler, bir tatmin imkânı da sunmuyor, tıpkı pornografi gibi, fanteziye dayalı, anlık taleplerin dile getirildiği, uçuşan… Dean’e göre bu “arzu boşluğu”nun doğmasına neden oluyor. Arzuyu Lacan’ın jouissance kavramıyla açıklıyor, asla tatmin edilemeyeceği için kişinin tekrarlama ihtiyacı duyduğu, hayal edilenle var olan arasındaki farktan kaynaklı acıyla hazzın aynı anda yaşandığı bu keyif halinin yitimi, bir sıkışmaya ve parçalanmaya neden olabiliyor. Jodi Dean, bunun halktaki ve siyasetteki karşılığını arıyor, Zizek, Agamben, Ranciere gibi düşünürlerle tartışarak.

Arzu boşluğu üzerine düşünürken, Bruce Fink’in “Lacancı Psikanalize Bir Giriş” adlı kitabında, Freud’dan yaptığı bir alıntıyla karşılaştım: “Eğer gerçeklik algısı memnuniyetsizliğe yol açıyorsa, bu algı, yani hakikat mutlak surette feda edilmelidir.” Psikoterapide danışanlar, her ne kadar neyin yanlış gittiğin, niçin ilişkilerinin daima dağılıp gittiğini vb. bilmek için bir arzuyu dışa vursalar da Lacan’ın “cehalet tutkusu” diye tarif ettiği, gerçekte bilmemeye yönelik derin bir istek içinde olabilirler. Freud’un “hakikat mutlak surette feda edilmelidir” dediği şey, o kişinin hakikati sindirebileceği ânı beklemekle ilgilidir aslında. Psikoterapist, Lacan’a göre hakikat konusunda dirençli ve sabırlı olduğu ölçüde ve bilme arzusunu sürdürebildiği ölçüde faydalı olabilir.

Günümüzde hakikat, “mutlak surette” feda edilmiş gibi görünüyor ve bu feda etmenin şebekelerle, kamplaşmalarla, dışlanma ve bağlanmayla ilişkisi üzerine düşünmeden, arzu duyan halkın ihtiyaçları, birlikte, topluca ve aktif bir biçimde, çoğulculuktan sıyrılarak siyasete dahil edilmeden, “arzu boşluğu”nu gidermenin bir yolunu bulmak zor. Yerel yönetimler, belki de bu açıdan bir fırsat yaratabilir; gerçekte kimseye ait olmaması ve kimsenin şahsi amaçlar için el koymaması gereken müştereklerimizi, temiz suyu, doğayı, kamu sağlığını, parkları, bahçeleri, denizi, şebekelere ayırmadan ortak bir hayat kurulması için kollektif bir yapıya kavuşturarak…