Arzulamak, ihtiyaç duymak, talep etmek

ÖZGÜR ÖĞÜTCEN

Paradoksları ve karmaşıklığı sevenler için psikanalizin oldukça eğlenceli bir alan olduğuna sizi temin edebilirim. Sonuçta psikanaliz bildiğimiz bilgilerle ilgili değil bilmediğimiz ama bize yön veren bir tür bilgi ile ilişkilidir. Bu “bir tür bilgi” hiç kuşku yok ki “bilinçdışı bilgi”dir. “Elle tutulur gözle görülür olanın alanı”nı sevenler için psikanalizin pek de hoşa gider bir alan olduğunu sanmıyorum. Kuşkusuz başka pek çok türdeki ayrımın yanında, şu soruya ne yanıt verdiklerine göre insanları ikiye ayırabiliriz: Sizce insanın doğası sadece bilincin, aklın ve rasyonalitenin alanıyla mı sınırlıdır yoksa insanın doğasının bunları aşan, psikanalizin öne sürdüğü gibi, bilinç ve bilinçdışı arasında bölünmüş bir varlığa bizi havale eden bir yönü var mıdır? Eğer cevabınız ikincisiyse yazının devamını okumanızı öneririm.

Bu yazının boyutları içinde verdiğim yanıtların oldukça kısmi ve hatta bazen spekülatif görünümlü ve doyurucu olmaktan epeyce uzak olduğunu peşinen kabul ediyorum. Lacancı psikanalizde arzu çok geniş kapsamlı bir tartışma olduğu için sadece birkaç temel tezi ortaya koymakla kendimi sınırlandıracağım.
Yazının başında paradokslar demiştik, onlarla devam edelim…


Arzu mevzusunda da bir paradoks vardır: Arzumuza ne kadar yaklaşırsak aslında onun ortadan da yaklaşmış oluruz. Bu elimizdeki ilk nokta. Demek ki arzu bildiğimiz, gündelik sağduyu düzeyinde ele alınabilir bir kavram değil. Çünkü gündelik yaşamda istediğimizi bildiğimiz şeyleri hedef olarak önümüze koyup ona ulaşmaya çalıştığımızı düşünürüz. Doğruyu söylemek gerekirse hayatın içine rasyonaliteden çok irrasyonalite, doğrusallıktan çok çapraşıklık ve normallikten çok anormallik olduğunu öne süren psikanaliz o güne değin yaşamı kavrayışa yön veren bilinç, akıl, düşünce üçlüsüne de farklı ve kuşkusuz çok daha dar bir alan sunmaktadır. Eylemlerimizin kontrolünün bilinçli olarak kendi kontrolümüzden kaçan ve onu aşan taraflarının ortaya çıkarılması psikanalizin alanıdır. Tam da bu nedenle Freudcu devrim Kopernik ve Darwin’le birlikte anılmaktadır: Kopernik dünyanın evrenin merkezi olmadığını, Darwin ise insanın diğer türler arasında bir tür olduğunu ortaya koymuştur. Freud ise kendi evimizin, kendi zihnimizin de diyebiliriz, efendisi olmadığımızı ortaya atmıştır. Arzu işte bu konjonktürün ürünüdür.

Bu arkaplanı biraz daha anlatalım… Freud geçen yüzyılın başında, tam 1900 yılında, Rüyaların Yorumu adlı temel eserini yayımladığında rüyalardaki arzu doyumu meselesi ilgisini çekmişti. Arzu rüyalarda bir yerlerdeydi ama bu “bir yerler” doğrudan bir ilk bakışla ortaya çıkarılamıyordu. Arzu kendisini rüyayı oluşturan malzemenin içine gizlenmiş şekilde ifade ediyordu. Hemen akla şöyle bir soru gelebilir: Arzu neden gizlenmek zorunda? Neden doğrudan onun kendisi ya da doyumu ortaya çıkmıyor da böyle bir dolayımlamaya ihtiyaç duyuluyor? Çünkü arzunun doyumu kendi yok oluşuyla eşdeğer de ondan. Demek ki arzulamaya devam edebilmek için arzunun hedefine ulaşmadan kalması gerekiyor. Oysa biyolojik bir varlık olduğumuz için sahip olduğumuz nefes alma, yemek yeme, su içme gibi ihtiyaçlar ise kendi doyumlarını kendi nesnelerinde buluyorlar. Acıkırsak yemek yeriz, susarsak su içeriz… Buradan çıkarsayabileceğimiz ikinci husus ise arzunun nesnesinin bildiğimiz herhangi bir nesne olmaması: Su ya da yiyecek gibi bir nesne değil bu. Peki arzunun nesnesi nedir? Arzunun nesnesi onu kendisine doğru çeken bir nedendir, arzu uyandıran nedendir. Lacan buna “küçük a nesnesi” demişti. Bu sözü geçen a nesnesi bir adı, bir görüntüsü, ona uygun bir tanımı olan bir nesne değildir, o arzunun nedenidir. Gördüğümüz üzere arzunun bu statüsü onu gündelik anlamdaki kullanımından epeyce uzaklaştırmaktadır. Çünkü gündelik dilde bir şeyi istediğimizde de özellikle cinsellik alanında, “onu arzuluyorum” ifadesini kullanabiliriz. Arzuyu uyandıran bu nesne bir X ile bir bilinmeyenle ilişki içindedir. Her ne kadar arzumuzu uyandıranın ne olduğuna ilişkin kestirimlerde bulunabilsek de bu yaklaşık olacak ve hedefi asla on ikiden vurmayacaktır. Bu X faktörü tanımlanmaya, ele geçirilmeye hep direnecek ve ona yaklaşıldıkça ondan uzaklaşılacaktır. O halde Lacan neden: “Arzundan vazgeçme!” diye söylemiş? Eğer arzu bu kadar kaygansa, uçucuysa ondan vazgeçmemek nasıl mümkün olabilir? Bu soruyu yanıtlamadan bırakacağım… Okurlar belki daha fazlasını bilmek isteyeceklerdir, kimbilir?

Arzu bizde olmayana, bizde eksik olana doğru yüzümüzü dönmemize yol açtığı ölçüde bir mevcudiyeti değil ama bir negativiteyi yaşamımızın tam ortasına koyar. O halde arzulamak eksik olana istinaden arzulamaktır. Bu kuşkusuz bizi Lacan’ın aşk tanımıyla da diyaloga sokmaktadır, “Aşk sende olmayanı vermek istemektir.” Bende olmayan bir şeyi, kendimin sahip olmadığı bir şeyi bir başkasına, üstelik aşk gibi çok netameli bir konuda nasıl verebilirim? Lacan’ın bu tanımının kökeninde Platon’un Şölen adlı metnine bir gönderme yatmaktadır, oradaki aşk tanımlarından biri “Aşk sahip olduğun bir şeyi vermektir” şeklindedir. Yani bu aşk tanımı aşkı, negativite ile eksiklik ile değil de bir şeye sahip olmakla ve bunu âşık olunan kişiye vermekle ilişkilendirmektedir. Birine sahip olduğumuz bir şeyi verirsek ona bir hediye vermiş oluruz, oysa kendimizdeki eksikliği verirsek ona varlığımızı açmış oluruz. Bizde olmayanı vermek demek kusurlarımızı, mutsuzluğumuzu, zayıflıklarımızı, beceriksizliğimizi, sakarlığımızı, utangaçlığımızı ve buna benzer pek çok şeyi vermek ve bütün bunlara rağmen sevilme talebinde bulunmak demektir. Bu anlamda aşk ile arzu arasında hem bir benzerlik var, çünkü ikisi de bizde olmayanla, eksiğimizle ilgililer hem de bir farklılık var, çünkü ikisi aynı şey değiller. Ne demek bu? Bunun cevabı basit: Birine âşık olabiliriz ama onu arzulamayabiliriz ya da birini arzulayabiliriz ama ona âşık olmayabiliriz.

“Eksikliğimiz”, “bizde olmayan”, “varlığımızın eksik tarafı” deyince bunun New Age bir tarzda ya da teolojik bir varlık düzeninde anlaşılmasına zorunlu olarak karşı çıkmak istiyor insan. Çünkü bu eksik gayet maddidir! Çocukla annesi arasındaki ilksel ilişkide ilk kez ortaya çıkar ve oradan ilerler. Dinle ya da felsefedeki bir takım birbiriyle çelişen ifadelerle ilgisi yoktur. Bebek ilk başta annesinin sonra da babasının arzusunu okumaya, onların arzusunda nasıl bir yer işgal ettiğini anlamaya çalışır. Öyle ya Lacan Che vuoi? sorusunu, yani “Benden ne istiyorsun?” sorusunu kendi arzu grafiğinin en üst kısmına yerleştirdiğinde bu sorunun muammalı doğasının çocuk için önemini vurgulamıştı. Eğer çocuk annesinin aradığı şeyin yani onun arzusunun cevabının kendisi olduğuna kani olursa adına psikoz/delilik dediğimiz durum oluşur. Ama eğer olur da annesinin arzusunun nedeninin kendisi olmadığını, kendisinin arzusunun nihai nedeninin annesi olmadığını içeren bir duruma ulaşırsa arzusu yoluna devam edebilir. Hiçbir zaman tam olarak tatmin olmayacak olsa da artık o arzulayan bir varlık olmuş demektir.

Öte yandan küçük bebeğimiz arzu düzeyinde değil de sadece ihtiyaç düzeyinde kalırsa yine sorun var demektir. O zaman arzusunu okumasının gerekeceği bir Öteki ortaya çıkamaz, sadece ihtiyaçları ve bunları doyuran bir Öteki ile baş başa kalacaktır. Bu bağlamda üç kavramı birbirinden ayırırsak iyi ederiz: ihtiyaç, talep ve arzu. İhtiyaç biyolojik varlığımıza, arzu Ötekinin arzusunun muammalı doğasına, talep ise bu muammalı doğadaki arzunun Ötekinden bize sözlerle gelen yapısına gönderme yapar.

Yukarıda yaptığımız üzere, arzuyu basitçe bir şeyi istemekten ya da talep etmekten ayırdığımızda içinde bulunduğumuz kapitalist evrenin yarattığı konjonktürü ele alma sorununu gözlerden saklayamayacağımız da ortaya çıkıyor. Bu çağ büyük ölçüde “yapmaya”, “hemen yapmaya” ve “zevkimizi maksimize etmeye” çağrı yaptığı ölçüde arzuyla uyumlu görünür. Oysa bu görüntü sadece bir yanılsamadan ibaret. Kapitalizm arzuya ne yapar? Kapitalizm bizi bedenlerimizin potansiyel olarak alabileceği zevkin en doruk noktasına doğru harekete geçmeye davet eder. Bir yandan bedenle alınabilecek ne kadar zevk varsa -yemek, içmek, seks yapmak başta olmak üzere- bunun sınırına doğru hareket etmeye zorlanır, bu hissin içine mahkûm ediliriz, öte yandan ise bu sınırlama yoksunluğu paradoksal biçimde alınan zevkin grafiğini aşağı doğru yönlendirmeye meyleder. En nihayetinde kapitalizm bizde arzulamaya yol açan şeyle değil ama bir kısa devre aracılığıyla nesnelerle, kapitalist metalarla ilişki kurmamıza neden olur. Bunlar alınıp satılabilir, pazarlanabilir nesnelerdir hatta maddi nesneler bile olması gerekmeyen birtakım deneyimlerdir artık. Bunlara birkaç örnek vererek yazıyı sonlandıralım: cep telefonları, kokain, uzay yolculuğu, dikkati artırdığı söylenen ilaçlar, bilgisayar oyunları, dating uygulamaları…