Terapiyle ilgili dizilerin pandemi dönemine denk gelmesi elbette tesadüf olsa gerek, ama pandemi döneminde bu tür dizilere ilginin artması da anlaşılır bir durum. Çünkü dış dünya kapatılınca ya da engellerle kuşatılınca, pek çok kişi iç dünyasını fark etme durumunda kaldı. Pek çok kişi, iç dünyanın var olmadığına inanıyordu, bu yüzden içe bakış ya da onu kendi içine bakmaya zorlayan durumlardan özellikle kaçınılıyordu. Bazıları da tam tersine iç dünyalarında yaşayarak dış dünyayı inkâr edebiliyor. Zihninden kopmuş olanlarla bedeninden kopmuş olanların çaresizliği… Pandemi, hem virüs ve bağışıklık sistemi üzerinden bedeni, hem de özellikle karantina koşullarında zihni tehdit eder hale gelince, iç dünya ile dış dünya karşı karşıya geldi. Şu bilinen bir gerçek ki, iç dünya olmazsa dış dünya anlamını yitirir, dış dünya olmazsa içimiz yavaş yavaş söner.

Laing, “Yaşantının Politikası” adlı kitabında, iç ve dış dünyaların kopuşundan kaynaklı bedensel parçalanmayı şöyle anlatmıştı: “Yarı ölü bedenler, kalpten ayrılmış cinsel organlar, cinsel organlardan ayrılmış kafalar. İçsel bir bütünlük olmadan kimlik duygusuna ya¬pışmaktır hâlihazırdaki çılgın tutku. İçsel çelişkilerle farklı yönlere çekilen ayrışmış beden, zihin ve ruh. Zih¬ninden kopmuş bir adam, bedeninden kopmuş bir kişi, ya¬ni çılgın dünyada yarı deli bir yaratık...”

İçsel bütünlüğünü sağlayamamış biri, özellikle Türkiye gibi ülkelerde kimlik duygusuna sıkı sıkıya sarılma ihtiyacı duyuyor ki, sanırım bu mesele bu yüzden kolay kolay gündemimizden çıkmayacak. İçsel bütünlüğün kaybı, sadece var olan siyasi durumun da bir sonucu değil, dijitalleşen çağın etkisi çok güçlü ve tüketim toplumunun arzularımızla oynadığı oyunlar…

İç ve dış dünyayı buluşturan en önemli etmenlerden biri de arzu ve arzu duymayla da ilgili de birbirine zıt iki eğilim karşımıza çıkar: Sabahları yataktan kalkmak için bir nedeni yokmuş gibi hissedenlerle, sabah yataktan fırlayıp ne yapacağını bilemeyenler… Ya da aç olmadığı halde sürekli yemek yiyenlerle aç olduğunu bile anlayamayanlar… Hiç arzu duymamakla her şeyi arzulamak aynı yere varıyor, iç ve dış dünya arasında bağlantı kurulamadığında. Zaten son dönem felsefi yayınların büyük çoğunluğu arzuyla ilgili ve psikoloji kitaplarında da en çok arzunun yitimiyle ilgili yaşanan zorluklar üzerinde duruluyor, anksiyete ve depresyon… Antidepresan ilaç kullananların oranı her yıl düzenli olarak artıyor.

Bu çağın en önemli meselelerinden birisi de sanırım ‘arzu krizi’ ve bu kriz dünya kaynaklarını da zorlar hale geldi. Gittikçe artan bir şekilde geçici ya da kalıcı olarak, insanlar hazzı arzulama kabiliyetini yitiriyor. Özellikle reklamlarda karşımıza çıkan durum, arzularımızı tatmin etmenin bir hak olması ya da vereceği hazdan ziyade bir ödeve, zorunluluğa dönüşmesi. Seks yapma arzusu duymayan birinin, seks yapmamayı bir başarısızlık ya da eksiklik gibi düşünerek kendini seks yapmaya zorlaması gibi. Tatile gitmekten hiç hazzetmeyen ama her sene düzenli olarak tatile gidip kendini mutsuz edenler gibi. Üstelik arzuların hemen, derhal tatmin edilmesi isteniyor artık; hâlbuki tatmini ertelenen arzuların vereceği haz çok daha güçlü olur. Bir de ‘kötü’ arzuların, her zaman ‘iyi’ arzulara bir üstünlüğünü görürüz, psikanalitik açıdan bakıldığında ‘arzu’ ve ‘engel’ aynı şeydir çünkü engellendiğimiz için arzularız. Bu yüzden dinler tarafından günah olarak nitelendirilen ve yasaklanan arzular, daha bir cazip hale gelir ve içsel çatışmaların kaynağını oluşturur. Ama sanırım o engeller de aşınmış durumda, çünkü fantezi bir gerçeklik içinde her şey dağılıp parçalanıyor.

İç ve dış dünyalar birbirlerinden uzaklaştıkça artan yabancılaşma, sanat ve felsefeyi daha da artan bir ihtiyaca dönüştürdü, dönüştürüyor.