İstanbul’da kaç kişi yaşadığı şehre benziyordu? İnsan, yaşadığı yere benziyorsa, betonla kaplı bu yerlere mi benziyorlardı artık?

Akşam, ay yışığıyla aydınlanmış kızıl yarların altında yürürken, kendimi bir şiirin içindeymiş gibi hissettim. Ayın önünü hızla kapatan yağmur bulutlarını izlerken. Bu manzara ve duygu neden bu kadar tanıdık diye düşünürken, birden hatırladım, Cesare Pavese, “Yaşama Uğraşı” adını verdiği günlüklerinde bu manzaradan bahsediyordu, ay ışığında kızıl yarların altında yürüdüğü ânın şiirselliğinden. Tam olarak neyden bahsettiğini hatırlamak için hızlı adımlarla deniz kenarındaki çinko damlı balıkçı barınağına koştum. Kitabı bulduğum sırada yağmur başladı. Damın üzerine düşen her damlanın sesi işitiliyordu. Kitabı açıp ilgili sayfayı buldum. Manzaranın şiirselliğinden bahsettikten sonra şöyle diyordu Pavese: “Neden hiçbir şey yazamıyordum ayın aydınlattığı bu kızıl kayalar üstüne? Kendimden hiçbir şey yansıtmıyorlardı da ondan. Belirsiz bir tedirginliğin dışında hiçbir şey vermiyordu bu yer bana.”

“Belirsiz bir tedirginlik” üzerine şiir yazılamaz mıydı? Sorun kızıl kayalar ya da ay ışığında değildi Pavese için: “Ama bu kayalar Piemonte’de olsaydı, onları kolayca hayal gücümün kapsamına sokar, bir anlam kazandırabilirdim. Şiirin başlıca temeli, daha şiir başlamadan şairin imgeleme yetisinde tohum olarak yaşayan o duygudaşlık bağlarının, o biyolojik saplantıların önemini bilinçaltı bir duyarlıkla sezmektir…”

İmgeleme yetisi, tohum, duygudaşlık bağları, biyolojik saplantılar, bilinçaltı duyarlılık… Şiirin nasıl ortaya çıktığını tarif eden bir formüle benziyordu bu sözler. Kendisiyle sürekli kavga ediyordu, daha iyisini yazabilmek için, ama karşısına çıkan sınırları yok edememenin üzüntüsünü yaşıyordu bir yandan. Şiirin değil, şiiri yazanın sınırlılığı… Şiir hayattı, şair o hayatı sınırlı yaşayan kişi…

Aynı sayfada şöyle açıklıyordu bu sınırlılığı: “Doğduğum yer nasılsa, ben de öyleydim?” Soru işareti vardı bu ifadesinin ardında, acaba öyle mi, insan doğduğu yerin bir parçası mı, taşı toprağı gibi? Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde, “İnsan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerine toprağına benzer / Suyunda yüzen balığa / Toprağını iten çiçeğe” diye yazarken hiç kuşku duymamıştı.

İstanbul’da kaç kişi, yaşadığı bu şehre benziyordu ya da bu ülkede?.. İnsan, yaşadığı yere benziyorsa, betonla kaplı bu ruhsuz yerlere mi benziyorlardı artık? Bisikletimle şehir turu yaparken yüksek binalarla dolu bir toplu konut alanına çıkmıştı yolum. Ağaçların süs olarak konduğu, devasa beton binalarla dolu o sitede yaşayanları düşününce, içimde korkutucu bir yalnızlık ürpertisi belirmişti.

Yağmurun çinko damda çıkardığı sesini ve denize düşen görüntüsünü izlerken, aklım Tezer Özlü’ye gitti. Pavese üzerine ne zaman düşünsem Tezer Özlü geliyordu aklıma. Tezer Özlü, “Zaman Dışı Yaşam” adlı senaryosunda, Pavese’in intihar ettiği otel odasına gider ve ondan şu alıntıyı yapar: “İnsan olabilmek bambaşka bir olgu. Şans, cesaret, istek gerektiren bir olgu, özellikle dünyada başka hiç kimse yokmuş gibi yalnız kalabilme cesaretini gerektiren bir olgu…”

Yalnız kalabilme cesareti, dünyada başka hiç kimse yokmuş gibi… Ne kadar da zor, yalnız kalabilmek, insan olmak… Ama sadece acı verici bir şey değil, yalnız kalmak, insan olmak… Marguerite Duras da yalnızlığı öve öve bitirememişti. İnsanın yalnız kalabilme kapasitesi iyi bir şeyken, izolasyon, yani kendini bütünüyle diğer insanlardan yalıtmaksa zarar verici ciddi bir sorundu.

İnsanların psikoterapiye kendi yalnızlıklarına kavuşma ihtiyacıyla geldiklerini öne süren görüşleri düşününce… Yalnızlık için “öteki”ye duyulan ihtiyaç, Pavese’in aşka duyduğu ihtiyaç… Freud, insanı, yoklukla çatışma halindeki arzulayan bir yalnızlık olarak tanımlıyordu. İzolasyon için de arzusuz bir yalnızlık denebilir belki…

Yağmur şiddetlendikçe yalnızlığım hafifliyordu.