Asabiyim Ben keyifle izlenen, çok profesyonelce yapılmış bir film. Evet, sanat sinemasından çok ticari sinemaya yakın duruyor. Ama eğlendiriyor. Pişman olmazsınız

Asabiyim ben: Keskin sirke…

Bu yıl Cannes’da ana yarışmada yer alması en çok tartışılan film, Damian Szifron’un ‘Asabiyim Ben’ (Wild Tales) adlı filmiydi. Arjantinli Yahudi yönetmen daha önce televizyona yaptığı ticari işlerlerle biliniyordu. Bir kara komedi denilebilecek Asabiyim Ben bu niteliğiyle de tipik bir Cannes filmi değildi. Cannes’a gülmeye gelmez insanlar. Sonuçta filmi kimleri çok beğendi, kimileri fazla hafif buldu. Film ödül töreninden eli boş döndü ama gişede tam bir zafer kazandı. Arjantin sinema tarihinin en çok izlenen filmi oldu bile şimdiden. Szifron ticari yeteneğini kanıtladı. Filmin sanat sinemasının mabedine yakışıp yakışmadığı tartışması ise artık geride kaldı.

6 KISA FİLM BU FİLMDE
Asabiyim Ben, 6 kısa filmden oluşuyor. Filmlerin öfke ve intikam teması dışında birbirleriyle ilişkileri yok. Bu tip filmlere portmanto film deniliyor. Portmanto filmlerin temel sorunu genelde aynıdır. Bölümler arasında nitelik farkları vardır, kimi çok iyiyken, kimi hafif kaçar; kimini seyredip unutursunuz, kimi aklınıza takılabilir. Genellikle de farklı yönetmenler tarafından çekilen kısa filmlerden oluşur. Asabiyim Ben’in avantajı, tek bir yönetmenin filmlerinden oluşması. Filmler arasında nitelik farkları az. Fakat ne yapılırsa yapılsın, portmanto filmler sonuçta kısa filmlerin toplamından öteye fazla gidemiyorlar. Bu, benim için şu duruma benziyor: Mezeleri tattıktan sonra, ana yemeği yemeden masadan kalkmak. Doyurucu olmasına doyurucu, ama tam anlamıyla bir uzun metrajdan söz etmek de mümkün değil.

FİLMDE YER ALAN FIKRA
Filmlerin bazıları fıkra gibi. Özellikle, sevmediği herkesi aynı uçağa toplayan adam hikâyesi, finalindeki espriyle bir fıkra etkisi yapıyor. Keza
otoyolda kapışan iki şoförün hikâyesi de öyle. Kimi öykülerde sınıfsal bir öfke var. Otoyol kapışanlarında olduğu gibi, garson kızın ve aşçı kadının tefeciye öfkesinde bu sınıf öfkesi bariz biçimde görülüyor.  “Üç Maymun”dan, pardon Zeki Demirkubuz’un çekmekte olduğu filmden, pardon Yılmaz Güney’in “Baba” adlı filminden arak bir çıkış noktası olan trafik kazası filmi için de aynı durum geçerli. Söz konusu kısa filmde, zengin bir adamın oğlu arabasıyla birine çarpıp öldürür. Zengin baba, bahçıvanından suçu üstlenmesini ister. Bu kısa filmin komediye en uzak bölüm olduğunu da söylemek mümkün.


BANA YAKIN GELEN ÖYKÜ
İki de bir arabası çekilen adamın öyküsü bana en yakın gelen öyküydü. Bir keresinde arabamı, çekildiği otoparktan, cezasını ödemeden kaçırmışlığım vardır. Hâlâ gururla hatırlarım. Haklıydım. Asabiyim Ben’in en beğendiğim bölümü ise sondaki Yahudi düğünü hikâyesi. Bu aynı zamanda filmin en uzun bölümü. Bu kısa filmde, yeni evlendiği erkeğin, düğündeki davetlilerden biriyle ilişkisi olduğunu öğrenen gelinin öfkesi anlatılıyor. Bir karakter çizmeye en çok yaklaşan bölüm bu. Gelini canlandıran kadın oyuncuya bayıldım. Ve keskin sirkenin küpüne yeterince zarar verdiğini anlayıp durmayı bildiği, küpü kırılmadan kurtarmayı bildiği tek öykü de bu. Belki de bu final erkek olduğumdan hoşuma gitmiştir.

Sonuçta Asabiyim Ben keyifle izlenen, çok profesyonelce yapılmış bir film. Evet, sanat sinemasından çok ticari sinemaya yakın duruyor. Ama eğlendiriyor. Pişman olmazsınız.


***


ÇEKMECELER: Nemfoman, yeniden



Çekmeceler çok zor bir işe soyunmuş. Antipatik kahramanları seyretmek seyircinin çok sevdiği bir şey değil. Çekmeceler’in biri (Ayşe) hariç, bütün karakterleri antipatik. Sevimli olan karakter de işin kötüsü fazla sevimli, fazla naif. Giderek filmin en antipatik karakteri olmaya aday.

Çekmeceler, Lars Von Trier’in Nemfoman’ına benziyor. Çekmeceler’in kahramanı Deniz’e (Ece Dizdar) nemfoman denilebilir sanırım. Bu tür etiketler sevimsiz olsalar da bazen iletişim kurabilmek açısından yararlılar. Nemfoman’da nasıl Joe bir adama hikâyesini anlattıysa, Çekmeceler’de de Deniz bir terapiste hayatını anlatıyor.

TRAVMATİK BİR İLİŞKİ
Joe’nun babasıyla ilişkisi önemliydi, Deniz’in babasıyla ilişkisi ise çok daha travmatik, çok daha belirleyici. Deniz’in babası Ayhan (Taner Birsel)bir tiyatro oyuncusu. Ayhan, kızına yönelik yoğun cinsel arzular duyuyor. Bu arzularını, kızının cinselliğini kontrol etme kisvesi altında saklıyor. Kızını röntgenliyor mesela. Ya da kızının külotunun ıslak olup olmadığını kontrol ediyor. Ayhan, bütün bunları, kızının “namuslu” biri olması için yapıyormuş gibi davranıyor. İşin kötüsü film de buna inanıyor. Ayhan’ın davranışlarını, adamın kızına yönelik cinsel arzularının dışavurumu olarak değil, aşırı kontrolcü bir babanın davranışları gibi gösteriyor. Babanın kızına yönelik cinsel ilgisi, kızında da karşılığını buluyor. Ama tabii ki suçluluk duygularıyla, öz yıkımcı davranışlarla, seçici olmayan bir cinsel hayatla karşılık buluyor. Kısaca Deniz, babasına duyduğu yasak arzularla baş edemiyor, dağılıyor.   

ZOR BİR KONU
Filmin bütün bu süreci iyi anlatabildiğini söyleyemeyeceğim. Terapistle ilişki son derece yüzeysel, babayla ilişkininin niteliği iyi saptanmamış ve filmin çoğu zaman sansasyonel bir üslubu var. Deniz’in nihayetinde çoklu kişilik bozukluğu yaşadığının ortaya çıkması ise havada kalıyor, bu durumu sindirmemize olanak vermiyor film. Çekmeceler’in çok zor bir konuyla cebelleşmesini takdir ediyorum. Ama bu zorluğun altından kalkabildiğini düşünmüyorum. Bir de benim çocuk cinselliğinin istismarına dair filmlere yönelik genel bir itirazım var. Bu konunun çizgi filme, edebiyata, resme filan bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Gerçek çocukların bu tip rollerde oynatılmasını, çocukların ruhsal sağlığı açısından son derece riskli buluyorum. Ne kadar özen gösterilirse gösterilsin, bir tehlikenin var olduğuna inanıyorum. Bu tehlike, filmin çekiminde çıkmaz da, başka bir şekilde çıkabilir. Filmi seyreden bir arkadaşın yorumunda, şunda bunda çıkabilir. Ne yani bu konuda film yapılmamalı mı? Animasyon ne güne duruyor? Gerçek insanları, çocukları riske atmaya değmez hiçbir film.