Boğaziçi’nde olup bitenler inanılmaz. Nasıl bir bilim insanı, böylesi bir öğrenci ve öğretim üyesi muhalefetine ve karşı çıkışına rağmen, illa da rektör olacağım diye tutturur ki? Üniversiteleri üniversite yapan gelenekleridir ve bu geleneğe uymayan, hatta bu geleneği yıkmaya yönelik bir dayatmayı zorla kabul ettirmeye çalışmak, o üniversiteye ağır zararlar verecek bir girişimdir. Bütün bunların dışında, pandeminin ve kışın ortasında bütün bir devletin ve medyanın öğrencileri ezmek için harekete geçmesi, nasıl kabul edilebilir? Sanırım kamplaşmayı her yerden körüklemenin yolları deneniyor, kamplaşma en çok iktidarlara yarar çünkü…

Bütün bu gazete haberlerini okurken, özellikle bir güvenlik görevlisinin öğrenciye “Aşağıya bakacaksın!” diyerek çıkışması ve hemen ardından zorla o öğrenci ve arkadaşlarını gözaltına aldırması, dikkat çekiciydi. Arno Gruen’in kitaplarında dile getirdiği tespitlerini hatırlattı o söz; kendisinden utanan, hatta nefret eden biri, öteki olarak gördüğü kişi üzerinden o nefreti dışarı yansıtır, kendisinden nefreti ne kadar büyükse korkusu da, şiddeti de o denli büyük olur diyordu Gruen.

‘Empatinin Yitimi’ adlı kitabında Arno Gruen, çocuk olarak ebeveynlerimizin arzu ve isteklerine bağımlı olduğumuzda, yani onlara tabii olmaya zorlandığımızda, iyiyle kötüyü ayırmakta zorlanacağımızı, dürüst insanların dürüst olmadığını, yıkıcı insanların barışçıl olduğunu sanabileceğimizi, önceden programlanmışçasına diğer insanları algılayabildiğimizi yapılmış çalışmalardan örneklerle uzun uzadıya açıklar. Böyle yetişmiş biri, diğer insanları oldukları gibi göremez. Kamplaşmanın iki tarafında da önyargılı, insanları etiketleyerek düşünmeye eğilimli kişilerin varlığı, Gruen’in tespitlerinin ne denli önemli olduğunu gösteriyor.

Kitabın sonunda romancı Jakob Wassermann’dan çarpıcı bir alıntıya yer vermiş Gruen: “Fazlasıyla yorulmuş atını, hayvanın damarları dışarı fırlayacak ve sinirleri boşanıp titremeye başlayacak kadar kırbaçlayan bir arabacı gördüğümde ve acıyarak da olsa sesini çıkartmadan orada durmuş seyre¬denlerden biri bana ne olacağını sorduğunda şöyle söyle¬rim: ‘Önce bu gaddar adamın elindeki kırbacı alın’. Biri buna şöyle bir yanıt verirse: ‘Beygir inatçı ve kötü, dikkatleri üzerine çekmeye çalışıyor; bu iyi beslenmiş bir hayvan ve araba da sadece samanla dolu. O zaman ona şu¬nu söylerim: ‘Bunu daha sonra araştırabiliriz, önce bu gad¬dar adamın elindeki kırbacı alın.’”

Öğrenciler üzerinden yapılan tam da bu, kırbaçlanan atı suçlamak. Ve herkes uzun zamandır seyrediyor çaresizce, o atın kırbaçlanışını izleyenler gibi. İzleyenlerin bir kısmı hasetle karışık sevinç duyguları yaşarken, kendisini avutmak isteyen başkaları da ‘Daha önce de onlar neredeydi, biz şimdi neden yanlarında olalım’, ya da ‘Zaten onlar elitist, bu ülkenin gerçekliği içinde yaşamıyorlardı ki’ gibi yine ötekileştirme üzerinden bir dil kurabiliyorlar.

Bütün mesele, her şeyi ve herkesi, önyargılarımızdan olabildiğince arınarak olduğu gibi görebilme yeteneğimize kavuşmakla ilgili. Bu o kadar da zor değil, aslında doğuştan getirdiğimiz bu yetenek, otoriter kültürel aygıtlar tarafından köreltilmese… Gruen’in 18’inci yy’da yaşamış şair Edward Young’tan yaptığı şu alıntı, pek çok şeyi özetliyor: “Orijinal olarak doğuyor, ama kopya olarak ölüyoruz.”