Candan, yaşamdan korkan bir iktidarın nerede bir can belirtisi varsa oraya kayyum ataması normaldir. Ne demişti Van Gogh? “Normallik, asfalt yol gibidir; tek bir çiçek açmaz üzerinde.”

İlk cemre havaya düştü. Yeryüzü kış uykusundan uyanıyor, tohumlar çatladı, tomurcuklanıyor ağaçlar. Cemre yaratıcı ateştir, evrenin elementlerini birbirine bağlıyor ve diriliyor doğa. Ayrı düşen parçalar, yeniden birbirlerine dokunabiliyor. “Doğa biçim değil, bağlantılanma sürecidir. Bir çokseslilik icat eder.” (Deleuze) Bizim payımıza ise yaratıcı değil, ne yazık ki yıkıcı ateşler düşüyor. Doğa yaratıcı ateşlerle bağlantılar icat ederken biz daha fazla parçalanıyoruz. Felaket gibi bir düzende yaşıyoruz çünkü. Yazmıştım, yine yazacağım: “Felaket, bir düzenin yıkılması değil. Felaket, despotik bir düzenin içine kapatılmak ve düzenle birlikte çürümeye mahkûm olmaktır.” Yersel depremler sona erebilir fakat başımıza gelen toplumsal, ekonomik, ekolojik felaketlerin ardı arkası kesilmiyor. Felaketi olağanlaştıran, gündelik hayatımıza dahil ederek sıradanlaştıran, yıkımdan, doğal ya da yapay felaketlerden nemalanan bir iktidar. “Her yaratıcı edim bir yıkımla başlar.” İktidar yıkımlarla besleniyor ve her yıkımda daha da güçleniyor. Ve her seferinde tükenen ve tüketilen biz oluyoruz. Biz derken, tüketilmek üzere stoklanan kaynaklardan bahsediyorum, doğal kaynaklardan ya da insan kaynaklarından. Her yer hafriyat yeri, yeraltı ve yerüstü ortamlarının sakinleri durmadan yerlerinden edilip bir başka yere taşınıyor ve tüketilmek üzere stoklanıyoruz.

Ve deprem bölgesinden bildiren muhabir yaşananları tek cümleyle özetliyor: “Kahramanmaraş depreminde yan yatan bina, Hatay depreminde düzeldi.” Yıkılıyoruz ve bizzat kendisi bir felaket olan iktidar üretim süreci devam etsin diye bizi tekrar ayağa kaldırıyor. Üretimin akış şeması şöyle planlanmıştır: Parçalanıyoruz, parçalarımızdan tüketim malları üretiliyor, tüketiliyoruz; sonra geri dönüşümle geri dönüyoruz, atıklarımız yeniden ayrıştırılıp yeni mamullerin üretiminde kullanılıyor. Hâlâ bu düzenden medet umanlar varsa gelecekten hiç umutlanmasınlar. Geri dönüşleri asla muhteşem olmayacak. Bir atık olarak her geri döndüğümüzde daha fazla parçalanacak ve sonunda geriye artık kullanılmaz hâle gelen atık yığınları kalacak. Kentleri kuşatan atık yığınları giderek yükseliyor: “Dünün çöpleri, önceki günün, tüm önceki günlerin, yılların, on yılların çöpleri…” (Calvino, Görünmez Kentler) Bizimkisi küçük yıkım, devletin istatistiklerinde yer alacak sayılar. Devlet (state) ve istatistik (statistics) aynı kökten gelir: “Status” (Lat.), değişmeden ayakta kalma durumu. Yaşayanları ancak sayıya dönüştürdüğünde ayakta kalabilen bir kurum. İktidar, şanına yaraşır büyük yıkıma hazırlanıyor. Atık yığınları yeryüzünü yutunca yerkürenin yıkımı muhteşem olacak. Ve bu yıkımı sayılarla ifade edebilecek kimse de kalmayacak.

Toplumsal, ekonomik, ekolojik felaketlere aldırdığımız yok; sıradanlaştılar ve alıştık çünkü. Fakat her doğal yıkımdan sonra “Dayanışma yaşatır!” sloganıyla umut dalgası yükseliyor ve üzerinde sörf yapmaya başlıyoruz. Tamam diyoruz, bu sefer dönüşümüz gerçekten muhteşem olacak fakat birden yaşatan dayanışmaya kayyum atanıyor. Kayyum deyince aklıma ilk gelen, Mısır’da İS 1. ve 3. yüzyıllar arasında üretilmiş Fayyum portreleridir. Ölen kişileri tasvir eden ve mumyaların baş kısmına yerleştiren Fayyum portreleri ile atanmış kayyumun halka dair ürettiği portrelerin objeleri aynı: Her ikisi de cansız bedenleri betimliyor. Candan, yaşamdan korkan bir iktidarın nerede bir can belirtisi varsa oraya kayyum ataması normaldir. Ne demişti Van Gogh? “Normallik, asfalt yol gibidir; tek bir çiçek açmaz üzerinde.” Yaşayanların üzerine iktidarın asfalt dökmesi de normallerdir, yaşam dengesini bozabilir çünkü. Ve bir atık olarak tarihin çöplüğünde yerini alabilir. İktidarın kavgası yaşamladır. Normale dönmüşseniz eğer, bilin ki üzerinize asfalt dökülmüştür.

Bahar! Doğa uyanıyor, cemreler düştükçe parçalar birbirine bağlanıyor. İşte asfalt da çatladı! Fakat biz tam birbirimizi bulmuşken bir kez daha parçalanma ve ayrı düşme riskiyle karşı karşıyayız. Paul Klee haklı: “Araştırmayı sürdürmeliyiz! Bütünü değil, henüz parçaları bulduk.” Ve her nedense hep parçaları buluyoruz, giderek daha da ufalanan parçaları. Doğanın çoksesliliğini icat etmek varken teksesliliğe teslim olmasın artık parçalar. Canımız çok acıyor.