Aşı günlerini ilkokul yıllarımın belleğimde en fazla iz bırakmış olayları arasında sayarım

Aşı günlerini ilkokul yıllarımın belleğimde en fazla iz bırakmış olayları arasında sayarım. Yan sınıftan burnumuza gelen ispirto ocağının (tüp gaz öncesi dönemin taşınabilir ısıtma gereci) ateşinin kokusu ile tenekemsi çelik kaplara konmuş suyun içinde kaynarken birbirine değen dev cam şırıngaların birbirine değmesinden çıkan şıngırtı sesi zihnimde her an canlanabilecek kadar tazedir.  Koridor boyunca sıralanmış sınıfların birinden çıkıp öbürüne giren sağlık ekibinin hareketliliğini duyan öğrencilerden birisi “Geliyorlar” çığlığı attığında, hepimiz sevinç ve korku duygularının kesişimi bağrışmaya başlardık. Sınıfın en korkakları arasında yer alırdım. Bütün korkaklar gibi korkumu belli etmemek için her şeyi yapar, her fırsatı ne kadar korkmaz olduğumu göstermek için kullanırdım. Aşı günlerinde bu gösterinin yolu, okul önlüğümün (‘podya’) kolunu sıvayıp sağlık ekibini neredeyse kapıda karşılayanlar arasında yer alırdım. “Bakın, hiç korkmuyorum”  demenin etkisi olurdu, korkmayanların arkamda dizilmesini isteyen sınıf öğretmenimiz, beni bir tür korkmazlar mümessili ilan etmişti. Aşı günlerini atlatmanın “korkmuyorum” demek dışındaki yolu olan “aşımı (dr. Olan) amcam yaptı”ya geçmem için bu yetti.  Korkuyla ilişkimizin bir biçimi olan ‘üstüne gitme’ yerine ‘tam siper yatma’yı kullanmaya karar verdim.

Korkunun ruhumuza iyi gelen bir yanı var mı? Olabilir mi? Korkuyu sevmesek de, kendimizi korkutmayı, heyecan düzeyimizi yukarı çekmeyi sağlayan korku filmlerine düşkünlüğümüz bir ipucu sayılmalı. Sınıflarının en cesur çocukları akşam bilgisayar oyunlarında birkaç bin kişiyi öldürüp, vampirli veya hayaletli dizileri seyrettikten sonra, korkudan titreyerek anne-babalarının yatağına kıvrıldıklarında cesur mu, korkak mı sayılmalılar?

Ne kadar cesur, vatansever, yiğit, inançlı ya da kahraman olduğunu feryat figan dünyaya haykırma ihtiyacı duyan insanları, politikacıları, liderleri gördükçe, aşı günlerindeki kendi halim aklıma geliyor.

Bir haber. Televizyon dizisinde Kanuni Sultan Süleyman’ın manevi şahsiyetine hakaret edildiği iddiasıyla, tarihsel şahsiyetlerin de Atatürk için geçerli olan koruma yasasından yararlandırılması talebi. Ülkemizde ileri demokratikleşme yolunda önemli bir adım daha. ‘Eleştirilemezlikler’, ‘karikatürü yapılamazlıklar’, ‘hassasiyetlere dokunulamazlıklar’ ile kuşatılan akıllar yaratmak için. Korkakların yaptığı iki şeyden birisi cesur gözükmeye çalışmak ise, diğeri de yasaklamaktır.

Bir kavga. Trafikte birbirine dokunan iki otomobilden inen sürücüler. “sen durulmaz yazan yerde neden durdun?”, “sen ters yönden girdin”  şeklinde trafik kurallarına hâkimiyetlerini göstererek başlayan tartışma daha sonra televizyonlardaki açık oturumlara benzeyerek devam eder:  ”sen bana sen diyemezsin”, “dersem ne olur”...  Bu “sen” ya da “siz” deme meselesine (sosyal mesafeyi ayarlamayı nasıl öğrendiğimiz konusu) ilgimi bilen devamlı okurlarımdan birisi yazmış: “hoş geldin yeni yıl” derken, yeni yıla neden sen diyoruz? Herhalde giderayak samimiyeti ilerlettiğimiz eski yıla sen demek daha uygun olmaz mı?”

Bir kitap. Yaklaşık 30 yıl öncesinden, tıp fakültesi son sınıf öğrencisi olduğum dönemden başlayıp yakın geçmişe kadarki yayımlanmış ve yayımlanmamış yazılarımdan düzenlenmiş bir kitap: Söz Uçmuş Yazı Kalmış. Editörün tanımıyla ‘palimsest kitap’, benim tanımımla “sofradaki kırıntılar, yemeğin en lezzetli kısmı”.