Avrupa Birliği (AB), gerektiğinde bir birlik olarak hareket etmeyi başarıyor. Örneğin koronavirüs salgınıyla mücadelede bunu gördük.

Önce salgın nedeniyle üye ülkelerde yaşanan ve yaşanacak ekonomik krizi bertaraf edebilmek için milyarlarca euroluk yardım paketi kararlaştırıldı. Zengin ülkelerden daha az zengin ülkelere kaynak aktarımını öngören paket, hukuk ihlalleri nedeniyle eleştirilen Macaristan ve Polonya’nın veto tehdidi yüzünden kısa bir süre gecikti. Ama sonunda 27 ülkenin devlet ve hükümet başkanları uzlaştılar, 750 milyar avroluk paket onaylandı.

Bir diğer birliktelik, salgına karşı aşılama kampanyasında oldu. Aşının dağıtımında AB açısından dengeli ve adil strateji uygulandı. Böylece parası olanın önce davranıp diğerlerini sıkıntıya sokması önlendi. Avrupa İlaç Ajansı (EMA) ve Avrupa Konseyi tarafından onaylanan aşının 27 Avrupa ülkesine, bu ülkelerin nüfusları dikkate alınarak dağıtılması sağlandı. Örneğin aşının geliştirildiği ülke olan Almanya, milyonlarca doz için anlaşmasını önceden yapmış ve bedelini ödemişti. Ama Brüksel’in planına uymak zorunda olduğu için ilk etapta birkaç yüz bin aşıyla yetinmek zorunda kaldı. Sonuçta aşılama tüm AB ülkelerinde aynı anda başlamış oldu.

Dünya hakları açısından bakıldığında tabii ki burada “Önce Avrupa!” anlayışından kaynaklanan bir “egoizm” var.

Ama sonuçta bunlar aynı zamanda Avrupa’daki milyonlarca insanın yaşamı ve ekonomik varlığını sürdürmesini sağlayacak birliktelik örnekleri.

***

AB’nin birlikte davranamadığı birçok alan var. Bunların başında da sığınmacı göçü geliyor.

Birlik, 1997’de imzalanan Dublin Anlaşması’yla soruna bir ara çözüm bulmuş gibiydi. Ama aslında bu çözüm değil, ertelenmeydi. Anlaşma, herhangi bir AB ülkesine giren göçmenin, sığınma başvurusunu geldiği ülkede yapması ve sonucunu orada beklemesini öngörüyordu. Merkezdeki güçlü ülkeler böylece sığınmacıları AB’nin sınırlarındaki ülkelerde tutup, metropollere göçü önlemeye çalışıyordu. Ama başarılı olamadılar. Sığınmacıların oralarda beklemeye niyeti yoktu. Fırsatını bulan başta Almanya olmak üzere daha iyi yaşam olanakları olan ülkelere gitmeye çalışıyordu. Afganistan, Irak ve Suriye’deki, Afrika’nın dört bir köşesindeki savaşlar, iç savaşlar, geleceğini Avrupa’da arayan göçmenlerin sayısında büyük artışlara yol açıyordu.

Sonuçta AB’nin soruna birlikte çözüm arayışları sonuç vermedi.

Başta Almanya olmak üzere güçlü ülkelerin baskısı ya da rüşvetleri de etkili olmadı. Sadece Macaristan ve Polonya gibi aşırı sağcı hükümetlerin iktidarda olduğu ülkeler değil, Büyük Britanya (o zaman AB üyesiydi) ve İsveç bile sığınmacıların belli oranlarda AB ülkelerine dağıtılmasını öngören ara çözümleri reddediyorlardı.

Türkiye’nin sığınmacıların Avrupa’ya göçünü kolaylaştırmasını önlemek üzere 2016’da Merkel ile Erdoğan arasında varılan anlaşma sorunu bir süre hafifletti. Ancak bu da çözüm olmadı. Kısa zamanda Türkiye’nin güvenilmez bir taraf olduğu anlaşıldı.

Sığınmacıların en yoğun kullandığı Balkan rotasını geçilmez hale getirmek için sınır kontrolleri ve görevli asker-polis sayısı artırıldı. Önce Macaristan, sonra Slovenya, sonra da diğer ülkeler, sınırlarını yüzlerce kilometrelik yüksek tel örgülerle kontrol altına almaya çalıştı.

Ancak bütün bunlar göçü önlemedi.

Sadece öncekine göre daha pahalı, daha tehlikeli ve ölümcül hale geldi.

Milyonlarca insan halen kurtuluşu bir yolunu bulup, Avrupa’ya yerleşmekte arıyor.

Birçok riski göze alıp, bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

***

Bu arada sınırlardan gelen ağır insan hakları haberlerinin de arkası kesilmiyor.

Yunanistan sınırlarındaki güvenlik güçlerinin, ülkeye özellikle deniz yoluyla girip, sığınmaya çalışan göçmenleri nasıl geriye ittiğine ya da geri dönmeye zorladığına dair haberler geçtiğimiz hafta yine gündemdeydi.

Der Spiegel dergisinde ve ARD kanalı bünyesindeki “Report Mainz”da yayınlanan haberlerde, AB Sınır Ajansı Frontex bünyesinde görev alan Alman polis memurlarının da bu durumları gözleyip, raporladığı belirtiliyor. İçişleri Bakanlığı konunun üstünü örtmekle suçlanıyor.

Uluslararası Af Örgütü, Almanya’da sığınmacı hakları için mücadele eden örgütlerden Pro Asyl, Sınırlardaki Şiddeti İzleme Ağı (Border Violence Monitoring Network) gibi örgütlerin raporları, Balkan ülkeleri üzerinden AB’ye girmeye çalışan sığınmacıların “geri itilmeleri”yle ilgili binlerce olay içeriyor. Sığınmacıların ve gözlemcilerin ifadelerine dayanan bu raporlara göre sınırı geçen göçmenler, görevli polis ya da askerler tarafından iç çamaşırları kalıncaya soyunmaya zorlanıyor, dövülüyor ve hakarete uğruyor, üzerlerindeki cep telefonları ve paralarına el konuluyor, giysilerinin yakılıyor ve o halde sınırdan AB’nin dışına itiliyorlar.

***

Yunanistan gibi AB’nin sınır ülkelerindeki ya da Bosna gibi AB’ye sınır ülkelerdeki sığınmacı kamplarındaki durum da içler acısı.

Yunanistan’daki sığınmacı kamplarındaki insanlık dışı durum, geçtiğimiz aylarda Midilli adasındaki Moria Kampı’nda, sığınmacılar tarafından çıkarılan yangının ardından gündeme gelmişti.

Şimdi de benzer bir durum Bosna’da yaşanıyor.

Orada da sığınmacılar yaşadıkları koşulları protesto amacıyla kaldıkları kampı kundakladılar. Son haberlere göre binlerce sığınmacı ağır kış koşullarında aç ve açıkta kalmış durumda. Bir fırsatını bulup Hırvatistan’a geçmek umuduyla yıllardır bu kamplarda yaşayan, bir bölümü bunu deneyip, sınırdan geri itilmiş ama yine de vazgeçmemiş bu insanların Bosna halkının büyük bir kesimi tarafından da reddedildiği bildiriliyor.

Son bir haber de AB’nin çeperlerinden değil, tam orta yerinden.

Buna göre Fransa’nın başkenti Paris sokakları aç ve bilaç vaziyette, başını sokacak bir yer arayışında olan yüzlerce sığınmacıyla dolmuş durumda.

***

Elbette bu büyük sorun ülkesini (tabii ki haklı nedenlerle) yaşanmaz bulan tüm insanlara Avrupa’nın metropollerinde sığınma hakkı tanıyarak çözülmeyecek.

Ancak kalıcı ve adil bir çözüm için kollarını sıvamazsa, Avrupa bundan sonra da sürekli buraya göçmeye çalışan milyonlarca insanla karşı karşıya kalacak.

Bunun tek çözümü var.

Avrupa’nın zenginliğini o insanlarla paylaşması.

Bu tabii ki o ülkelerdeki despotlara maddi yardımlar aktararak olmaz.

Bunun için hem yoksul, hem de zengin ülkelerde, paylaşma ve eşitliği en yüce değerler olarak yaşayan büyük sosyal dönüşümler gerekiyor.

Ama bunun gerçekleşmesi tabii ki çok zor.

Acilen bir şeyler yapılması gerekiyor.

Salgınla mücadelede Avrupa kendi içinde birlikte davrandı, zenginliğini ve kurtarıcı aşıyı paylaşabildi.

Zor, ama bu konuda da bir şeyler yapmak zorunda.

Yoksa önümüzdeki günlerde Avrupa’nın çeperlerinden ve hatta metropollerinden soğuktan, açlıktan ölen sığınmacı haberleri gelebilir.

O zaman durum şimdikinden çok daha “utanç verici” olacak.