Popüler kültür tarafsız bir mücadele alanıdır. Türkiye’nin son yıllarında bu mücadeleyi kaybeden taraf AKP olsa da kimin kazandığı sorusu muallaktadır. Gezi sonrası yeşeren kültür kısa zamanda standartlaşmış, belli kalıplar içerisine mahkûm olmuştur.

Asım’ın Nesli artık hayallerde bile yaşamıyor

Emre Tansu Keten

AKP iktidarı dönemini iki parçaya ayırıp, ilk dönemine mutlak bir demokratlık, ikincisine ise partiyi tek bir adamın ele geçirmesiyle olanaklı hale gelen, bir despotluk atfeden yorumların bize anlattığının tersine, bazı meseleler AKP’nin iktidara geldiği ilk yıldan beri ajandasının en üst sıralarında duruyordu. Medya meselesi bunların en önemlisiydi. İktidarının ilk döneminden itibaren hâkim medya yapısını dağıtıp, kendi lehine çalışan yeni bir medya alanı oluşturmaya çalışan AKP, işe Uzan’a ait medya kurumlarına el koymakla başlamış, ardından Sabah-ATV’yi kendi bünyesine katmış ve bu operasyon günümüz medya alanının oluşmasına dek sürmüştü.


Ajandanın üst sıralarında yer alan diğer bir madde ise kültürdü (ki medya meselesini de kültürden çok ayrı düşünmemek lazım). 2010’ların başına kadar, o zamanki çıkarları ve hedeflediği imaj gereği, uluslararası kurumlar ve Türkiye büyük burjuvazisi ile el ele bir kültür politikası yürüten iktidar, bu dönemde seküler burjuvaların sanat girişimlerini ihya ederken, asıl önemsediği yerli-milli-İslamcı kültürel üretimi ise temel olarak Gülen Cemaati’ne teslim etmişti. Cemaat kadroları, sol liberal kalemlerle birlikte 2000’li yıllarda AKP’nin entelektüel bagajını doldurmakla meşgul oluyordu. Çok kültürlülük rüzgârlarının estiği bu yıllarda, kültür henüz bir savaş sahası olarak tanımlanmıyordu.

‘Kültürel iktidar’ın keşfi

2010’ların başına gelindiğinde işler bir anda değişti. Erdoğan’ın Kars’taki İnsanlık Anıtı’na ucube diyerek saldırması, Muhteşem Yüzyıl dizisini hedef alması, İskender Pala’nın bir “Muhafazakâr Sanat Manifestosu” kaleme alması, kültürel alanda başka bir arayışa girildiğinin göstergesiydi. Bu yeni yönelişin ismi ise 2011 yılında “kültürel iktidara karşı mücadele” olarak belirlendi. Bu tarihten önce bir kez bile kullanılmayan “kültürel iktidar” (uydurma) kavramı, bu tarihten sonra AKP’nin kültürel alana dair temel söylemi haline gelecekti (bu söylem kültürel alan içerisinden yaratılmadı, siyasal alan içerisinden kültürel alanı araçsallaştırmaya yönelik bir söylem olarak iş gördü).

AKP’nin kültüre açtığı bu savaşın asıl miladı Gezi Direnişi oldu. Kültürel bir isyan niteliği de taşıyan Gezi Direnişi’nin açtığı yaraların ardından AKP, kültüre büyük yatırımlar yapmaya başladı. Bianel’inden popüler kültür dergilerine, tarih dergilerinden sinema festivallerine, yayınevlerinden televizyon programlarına kadar o güne dek belli bir ilgiyi cezbedebilmiş ve karşı mahallede yer alan kültürel üretimlerin yerli ve milli kopyaları üretildi (Ot dergi çakması Cins bu konuda en trajik örnek). Benim kültür müteahhitleri olarak andığım bir avuç insan, kendisini kültürel iktidar mücadelesinin neferi ilan ederek, bu yapay savaşın kaymağını yiyerek büyüdü. Bu süreçte türkücüsü, popçusu, oyuncusu da geride kalmamak kaygısıyla bir bir Saray’ın sofralarında hizalandı.

Bir yanda bunlar olurken, diğer yandan iktidar hoşuna gitmeyen kültür ürünlerini sansürle boğmaya çalıştı. Filmler sansürlendi, tiyatro gösterimleri yasaklandı, rapçiler hapse atıldı, Erdoğan’ın önünde eğilmeyen oyuncular ana akım televizyonlardan dışlandı, Kültür ve Turizm Bakanlığı muhalif isimlere destek ambargosu uygulamaya başladı. İktidar, bir yandan kendi ideolojik çerçevesi doğrultusunda hareket eden bir kültürel cephe yaratmaya çalışırken, diğer yandan nefretle baktığı ve kültürel iktidar olarak andığı kesimi ise nefessiz bırakmaya çalışıyordu. Bu kültür politikasının amacı “yerli ve milli” olarak andığı ve kurgudan ibaret olan kültürü hâkim kılmak ve bu sayede “Asım’ın Nesli”ni yaratmaktı.

Direniş kanalları

AKP’nin kültürel iktidarı ele geçirme savaşını başlattığı yıllar, şanssızlığa bakın ki, Türkiye’de internet erişiminin yaygınlaştığı, sosyal medyanın etkinliğini artırdığı yıllara denk geliyordu. Bu tarihten on yıl öncesine gittiğimizde, medyanın çok büyük bir bölümünü ele geçirmek ve sansürü işletmek gençlerin kültürel ürünlere erişimini kısıtlamaya, bunun yerine kendi kültürel dünyanı gençlere dayatmaya imkân tanısa da, internet ve sosyal medyanın yaygınlaşması bu olanağı ortadan kaldırdı. Gezi’nin kültürel mirasıyla beraber, aşağıdan ve demokratik olarak gelişen, hızla yaygınlaşan ve temel olarak gençler tarafından üretilen/tüketilen alternatif bir kültürel alan doğdu. Çeşitli araştırma şirketlerinin anketlerinin de gösterdiği gibi, AKP’nin tonla para dökerek ürettiği diziler, filmler, dergiler vs. AKP ile birlikte gözlerini açmış bir kuşağı yakalamanın yanından bile geçemeyerek, sadece partinin kitlesel tabanı olan yüksek yaş profile seslenebilir hale geldi.

2010’ların sonunda bu kültürel mücadelenin sefil başarısızlığı o kadar ayan beyan ortaya çıktı ki, kültür müteahhitleri “madem kültürel üretimde başarılı olamıyoruz, bari kültürel dağıtımda ipleri elimize alalım” şeklinde özetlenebilecek bir taktik değişikliğine gitmek zorunda kaldı. 2019’da yeniden açılan TRT2, herkesi şaşırtacak düzeyde nitelikli filmler ve programlar sunarken, yeni kurulan Ketebe yayınları ile Timaş ve Turkuaz gibi yayınevleri dünya literatüründen kaliteli çeviriler yayımlamaya yöneldi. Tabii bunları yaparken, aralara kültür müteahhitlerinin vasat programları ve kitaplarını da sıkıştırmayı da ihmal etmedi. Bunların yanında GZT gibi bir dijital medya ajansı, çeşitli TikTok kanalları da monte edildi. Bütün bu anlattığım kültür atağının genel kurmaylığını ise Albayrak Holding üstlendi (sonuçta müteahhitlik faaliyeti).

Geldiğimiz yerden genel olarak değerlendirirsek, AKP kültürel iktidar söylemiyle amaçladığı iki hedefi de başaramadı. Birincisi, siyaset alanından kültürel alana bir müdahale ile burayı şekillendirmek ve kendisine yeni bir mağdur kimliği yaratmak. İkincisi ise, özellikle Z kuşağını kültürel bir kafesin içerisine hapsetmek. AKP iktidarının içine doğan kuşak, kendisine biçilen rolü neredeyse umursamadan, sosyal medya ve internetin diğer platformlarının etkisiyle şekillenen popüler kültürün sıkı bir takipçisi, bazı yerlerde üreticisi oldu. Hatta iktidarın arzuladığının tam tersine bu popüler kültür alanı mütedeyyin ailelerin çocuklarını da kendi etki sahasına çekmeyi başardı. Sonuç olarak AKP’nin kültürel söylemi, kültür alanına sirayet edemeyip, siyaset alanında sıkışıp kaldı.

Kim kazandı?

Stuart Hall’un dediği gibi, popüler kültür tarafsız bir temelden yükselmez, aksine bir mücadele alanıdır. Türkiye’nin son yıllarında bu mücadeleyi kaybeden taraf AKP olsa da kimin kazandığı sorusu muallaktadır. Gezi sonrası yeşeren kültür kısa zamanda standartlaşmış, belli kalıplar içerisine mahkûm olmuştur örneğin. Twitter’ından, Spotify’ına, YouTube’una kadar birçok platformun algoritmik ve piyasa temelli yapısı, kültürel ürünlerin en çok ilgi görenler düzleminde aynılaşmasını getirmiştir. Görünür olmak için standart olmak mottosu, müziğini birbirinden ayırt edemediğimiz tuhaf isimli müzik gruplarından, birkaç tema etrafında dönmek zorundaymışçasına birbirine benzeyen öykülere, binlerce kez tekrarlanan esprilere, paket program gibi başlayıp biten stand-up gösterilerinden, çekim teknikleri ve müzikleriyle aynı kurgucunun elinden çıkmış gibi duran belgeselimsi videolara kadar sadece niceliksel bir büyüme sağlayan bir kültürel alanı yaratmıştır.

Evet, hayallerdeki Asım’ın Nesli, belki artık hayallerde bile yaşamıyor. Ama iletişimsel kapitalizmin kültür alanına dair yarattığı tehlikeleri çok daha fazla konuşacağımız bir dönem bizi bekliyor.