Ekmek, yağ ve akaryakıt kuyrukları… Savaşla birlikte enerji ve turizm açısından yaşanacak zorluklardan bahsediyor uzmanlar. Sokak röportajlarında iktidarı destekleyenlerin ‘aşırı umutlu’ halini gördükçe, aslında umudun da umutsuzluk gibi patolojik bir yanı olduğunu düşündürüyor. Pazartesi günkü ‘The Guardian’da çıkan bir makalede, iyimser olanların fiziksel ve ruhsal açıdan daha dayanıklı ve sağlıklı olduğu yazıyordu, uzun yıllara yayılan bir çalışmaya referans verilerek. Aslında benzer haberler ve makaleler sıklıkla gündeme geliyor, doğrudur da, iyimserlik stresle baş etmekte etkili. Ama nasıl bir iyimserlik, gerçekçi bir umutla mı, yoksa gerçekçi olmayan bir umutla mı? ‘Aşırı umutlu’ olmanın sadomazoşist bir yanı olduğu ortada, hayal kırıklığından dersler çıkarmak yerine bastırarak ya da inkâr ederek umutlu olmak…


MUTLU SON

Patolojik umudu, anneyle bebek arasındaki ilişkiye kadar götürmek mümkün. Bebek, annenin yokluğunu, mutlak bir yokoluş gibi hissedebilir. Bir sevgi nesnesinin kaybına verilecek tepkilerden biridir kaybı inkâr etmek. İnsan sevdiği kişinin ölümünü kabullenmekte zorlanır ve bu zorlanma ne kadar güçlüyse onun ölümünü inkâr etme eğilimi o kadar artar. Yas süreci, kaybın kabul edilmesi ve o kayıpla bütünleşme sürecidir.

Normal ya da nevrotik umut, iyi nesneyle bağ kurarak beklemeyi katlanılır kılar; ama patolojik umut, narsisistik kendi kendine yeterliliğe hizmet eder, gerçekliğe karşı kişiyi koruyan bir karakter zırhına dönüşür, beklemeye tümgüçlülük yanılsamasına başvurularak katlanılır. Gelecekteki ödüllerin şu an çekilen acılara değeceğine inanılır. Bu tür kişiler gerçekçi olmayacak bir biçimde bir gün sorunların çözüleceğinden ve hedeflerine ulaşacaklarından emindirler. Hollywood filmlerindeki gibi ‚mutlu son‘ eninde sonunda gelecektir. Her şeyin mevcut olacağı ve hiçbir şeye ihtiyaç duymayacakları o an için yaşarlar. Umut tacirleri, patolojik umudu harekete geçirip bir tür cennet vaat ederler. Ekonomik krizle baş etmeye çalışan iktidar da benzer bir şey yapmıyor mu, Karadeniz‘de doğalgaz bulduk, 2023‘te dünyanın en güçlü ekonomisi olacağız vb…

Aslında bu noktada arzu ve umut karşı karşıya gelir. Umut, psikanalitik açıdan arzunun aciliyetine karşı sınırlama görevi yapar, çünkü arzu umudun aksine şimdi ve buradayı talep eder, tatmin olmak ister. Umut, idealize etmeyi mümkün kılıp sağlıklı ve gerçekçi özlemlerin gerçekleşebilmesine hizmet edebildiği gibi, ‘aşırı’ hali bilinçdışındaki dinamiklerle ilişkili olup kişiyi gerçeklikten uzaklaştırarak bir felakete sürükleyebilir. Örneğin bir kumar bağımlısı, ‘aşırı umutlu’dur.

ÇARESİZLİK

Aşırı umudun tam karşıtı aşırı umutsuzluk olmayabilir. Ülkenin ve dünyanın gidişatına karşı aşırı umutsuzluktan ziyade çaresizlik daha baskın gibi gözüküyor. Çaresizlik ‘öteki’yle ilişkiliyken, umutsuzluk insanın kendisiyle ilişkili. Umutsuzluk çaresizliğe göre etkin bir duygu, çünkü hayal edilen isteklerden vazgeçip gerçekçi umutlara yönelebilir kişi, ama çaresizlikte geri çekilme ya da ‘öteki’ye teslim olma söz konusudur. Umutsuzluk bir isyana dönüşebilirken çaresizlik en fazla yıkıcı bir öfkeye zemin hazırlar.

İnsanlığın, Melanie Klein’ın bahsettiği ‘depresif konum’a ihtiyacı var gibi görünüyor, bütün bu aşırı umut, umutsuzluk ve çaresizlik sarmalı içinde. ‘Depresif konum’da umut, ilişki ve sevgidir. Depresif konumda kişi, yaşadığı hayal kırıklıklarını kendini tanıma sürecinin bir parçası olarak değerlendirir, üzüntü, şükran ve onarıcı bir özlemle. Umudun yapısı değişir ve daha gerçekçi bir noktaya gelir. Klein’ın formülasyonunda gerçek umut, ancak ‘yanlış’ ve ‘aşırı’ umuttan vazgeçilerek mümkün hale gelir, yani gerçekçi umut umutsuzluğun kabulünü de gerektirir, dalgaların yıkacağını bile bile kumdan kaleler yapmaya devam eden çocuğun heyecanına benzer bir biçimde.