Elleri tuşların üzerinde akıp giderken, o benimle konuşuyordu. “Bu çaldığım nedir biliyor musun?” “Chopin?” diye sordum. “Evet” dedi.

Piyanistlerin elleri akıllarından bağımsızdır. O eller için utanma, sıkılma ve sıradan insanı darda koyan hiçbir zorluk ve zorunluluk yoktur. Piyanistlerin elleri “insanın aklının hâkim olamadığıdır”. İnsan beyni bir kalbi nasıl durduramıyorsa, bir piyanistin ellerini de durdurabilecek kudrette değildir. Rivayettir anlatılır: Büyük sanatçı Sergei Rachmaninoff o tuşların üzerinde delirmiştir. Aklı, bu dünyayla baş edebilmenin en güzel yolunu seçip delirirken, elleri, kendisine yasaklı olmasına karşın, daha da delirebilmek adına tuşların üzerinde gezinmeyi ölene dek sürdürmüştür. Rachmaninoff’a en güzel bestelerini yaptıransa ellerinin piyanoya tutkuyla bağlılığıdır.

Elleri tuşların üzerinde dans ederken o benimle konuşuyordu. “Chopin’in Nocturne’lerinden birisi bu”. İç çekebildim ve sustum. Dengin Hoca çalmaya devam ediyor, elleri kendinden bağımsızlaştıkça notaların her biri dehşet güzel birer kelime gibi odaya yayılıyordu. “Bu adam” dedi, “yani Chopin ne kadar da romantik, öyle değil mi?”. “Öyle” dedim. “Kim bilir” dedim “hangi kadınlar ve aşklar için yaptı bunca güzel ve romantik besteyi?”. “Belli ki çok aşk yaşamışlığı var” dedim. Güldü. Elleri dansa devam ediyordu.

Rachmaninoff “İlk Senfoni”sini yazdıktan sonra büyük bir depresyona girmiş ve hipnoterapi almaya başlamıştı. Tedavisi sırasında “Piyano Konçertosu”nu yazmıştı. Delilikle akıllılık arasında gidip gelen bir hayattı onunki. Kim bilir belki de deliliğin kendisinin piyano, piyanonun delilik olduğunu çözüvermişti. Piyanodan uzak durmasını öğütledi doktorlar ona. Yani topluma “yararlı”, “akıllı bir birey” olabilmesi için deliliğin yaratıcılığını kendi içinde ezebilmeyi öğretmeye çalıştılar. Olmadı. Rachmaninoff delirmeye ve delirdikçe üretmeye devam etti. 70 yaşına 4 gün kala ölene kadar...

Sanatın yaşamdaki delilik, deliliğin bir “yaşama sanatı” olduğunu hiç öğrenmedi, öğrenmeyecek insanlık. Tarihin en büyük delilerini taşa tutmaya devam edecek. Mevlânâ aşk yolunda değil, tutkusundan delirmişti mesela. Sanat gibi sevmiş, Şems’e tutkusu bir sanat eseri gibi miras kalmıştı. Taşladılar onu da, bugün, sözlerini her yana astıkları Konya’da.
Sanatın akılla yan yana durdukça çürüyüp hiçleştiğini hiç öğrenmedi, öğrenmeyecek insanlık. Sanat denilen şeyin, aşk değil, tutku olduğunu ve kimin olduğunu bilmediğim şu sözde dediği gibi insana cesetler çiğnetebileceğini görmedi, göremeyecek insanlık: “Aşk hiçbir şeydir, tutku cesetler çiğnetir” -Hiç öğrenmedi insanlık, öğrenmeyecek...-

Dengin Hoca’nın elleri bedeninden ayrılmış gibiydi. “Chopin Polonyalıydı biliyor musun”. “Hayır bilmiyordum” dedim. En güzel eserlerinden birisini çalmaya başlamıştı şimdi: Nocturne no 20. Dedim ki kendi kendime “Hangi aşk bunu yazdırmış olabilir ki?” “Aşk değildi onunki, tutkuydu.” “Bir kadına mı” deyiverdim. “Polonya için ölen direnişçilere” dedi. “Polonya işgal altındayken direnişçiler için yaptı bütün bestelerini. Bestelerinden kazandığı paraları direnişçilere verdi”. Sanat yalnızca delilik değil, direnişti aynı zamanda. Yani tıpkı Hasan Hüseyin’in söylediği gibiydi: Matarada su/ Torbada ekmek/ Ve kemerde kurşun değil şiir/ Ama yine de/ Matarasında suyu/ Torbasında ekmeği/ Ve kemerinde kurşunu kalmamışları/ Ayakta tutabilir...

Rachmaninoff kendi aklını feda etti bu tutku için. Huzurunu, başkalarının peşinden koştuğu o mutlu yaşamı. “Paris’te öldü Chopin”. “Sevdiği ülkeden ayrı düşmüş” dedim. “Ama kalbi” dedi. “Chopine’in kalbini çıkarıp Varşova’ya gömdüler... Tutkuyla bağlandığı ülkeye”. Rachmaninoff tuşların üzerinde delirmişti. Chopin direnişçiler için besteledi en güzel eserlerini. Sanatın yalnızca delilik değil, yalnızca direniş değil, aynı zamanda, cesetler çiğneten bir tutkunun eseri olduğunu yaşamlarıyla gösterdiler.