Elbette ki toplum mühendisliğini mesnet edinmiş siyasi iktidarın aşkı özgür bırakacağını sanmak ahmaklık olur

Aşk değil, "milli libido"

Erich Fromm Sevme Sanatı’nda demişti ki: Kapitalist toplumda “kişiliğimiz almak, değiş tokuş etmek, tüketmek üzerine kurulmuştur… Otomatlar sevemezler; olsa olsa ‘kişilik paketlerini’ değiş tokuş edebilirler; bir kelepir peşinde koşarlar”. İnsanlar arası ilişkilerin şeyler arası ilişkilere dönüştüğü bir toplumsal formasyonda sevginin yahut aşkın büründüğü bu biçim Adorno’dan Badiou’ya kadar türlü yakınmaya konu olmuştur. Bu minvalde, evet, sevgililer günü de değişim değeri ekonomisine can veren kapitalist bir aldatmacadır, vesaire… Lakin Türkiye’de bugün bu metalaşmış sevgi bile baskı altında tutuluyor. İster “ataerkil tahakküm” deyin, ister “faşist devlet”. İster “erkeklik” deyin ister “kapitalizm”. Bunlar tüm dünyada dehşet saçıyor evet, ama bizim ülkemizdeki pislik ortalamanın hayli üzerinde… Olağan modern zorbalıkları bir de yobazlığın isi kaplamış Türkiye’de. Burada devlet devletten, erkeklik erkeklikten beter; burada olağan üstü hal bile olağanüstü halden hallice. Ne de yakışıyor şu sıralar bizim memlekete Aragon’un o ünlü feryadı: “Mutlu aşk yoktur”.

Gerçi şu an iktidarı yekpare kılıp tekeline almaya çalışan saray ahalisi aşka (en azından aşkın belirli bir biçimine) karşı değil. Hatta aşktan öyle çok bahsediyorlar ki, söylediklerine kanarsanız tamamen duygusal nedenlerle iktidarda olmak zorunda kaldıkları sanısına bile kapılabilirsiniz: “Sırf aşk yüzünden”.

Hatırlayanlar vardır, AKP’nin 2014 yerel seçimlerindeki propagandalarından birisi Savaş Barkçın’ın hazırladığı Daima Aşk Daima Millet şarkısıydı: “Bizimdir her yuva her ocak / Bize sökmez ne engel ne de tuzak / Daima aşk daima millet”.

Erdoğan da bu aşk metaforunu sık kullanır. Evvelce de yazdım, özellikle HES açılış konuşmalarında kendisini Ferhat’a milleti de Şirin’e benzetir mesela. Yekûn kalkınma projeleri onun “milletine duyduğu derin sevdanın” kanıtıdır. Tüm siyasi kariyerini ve karşılaştığı engelleri bu aşkın “çilesi” olarak ifade etmiştir defalarca.

Bahadır Türk, memleketteki sağ gelenek ekseninde Recep Tayyip Erdoğan’ı tartıştığı Muktedir adlı çalışmasında, özellikle yandaş medya tarafından Erdoğan’ın daha önce de bazı liderlere yapıldığı gibi bir “aşk nesnesine” çevrildiğini söyler. Ancak Erdoğan özelinde bu “aşk adamı”, “âşık olunacak adam” olma durumunun öncekilerden farkı, onun iftiralara da göğüs germesi, yani hasımlarının kıskançlığıdır. Türk, yandaş medyada bu Erdoğan “aşkının kabardığı” dönemlerin, aynı zamanda Erdoğan’ın itham altında olduğu dönemler olmasına dikkat çeker bu yüzden. Çünkü bu aşk “engelleri, tuzakları” kuran bir “muhayyel öteki” yaratmak, ona nispet yapmak zorundadır.

Hülasa bu aşk metaforunun coşkunluğuna kapılıp Erdoğan’a ilan-ı aşk eden Ethem Sancak gibi medya patronları dahi ortaya çıkabilmiştir bu ülkede. Ancak hadisenin “eşcinsel” tınısı nedeniyle midir bilinmez, bu haber mahkeme kararıyla sansürlenerek erişime kapanmıştır. Zira aşk toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin “fıtratına” yakışır olmalı, öyle “ilahi aşk” filan diyerek “edepsizlik” yapılmamalıdır değil mi?

Elbette ki toplum mühendisliğini mesnet edinmiş siyasi iktidarın aşkı özgür bırakacağını sanmak ahmaklık olur. Nitekim AKP iktidarında -cinsel sevgi olarak- aşk muhafazakâr bir tutarlılıkla (heteronormatif kevgirden dökülen kısmıyla) öncelikle ailenin düzenleyiciliğine tabi kılınır. Gerçi Davutoğlu “ananız babanız size eş bulmazsa ben bulurum” diyerek giriştiği çöpçatanlık açılımıyla aileyi de es geçmiş görünür ancak, “üç çocuk” mottosundan “kürtaj karşıtlığına” kadar tüm silsile ailenin demografik ve ideolojik yeniden üretim mekanizması olarak klasik rolünü devam ettirdiğine delalet eder. Ama bununla kalmaz. “Türk halkının değer yapısı” denilen bir söylemin tesirini tüm ilişkilenme hallerine olduğu kadar aşka da massetmek gerekir. Evlilik programlarından televizyon dizilerine kadar eril kodlarla bezeli bir “milli şuur” kültür endüstrisinin barkod numarasına dönüşür. Erkeklik organıyla göndere çekilen bu “milli değerlerimizde” evlilik dışı cinsellik haram, evlilik içi tecavüz mubahtır. Erken yaşta evlilik finansal olarak teşvik edilir bu yüzden. Yobazlığın karası yaşamın örgütlenmesine boca edilince böyle, sevdanın karası da tuhaflaşır elbet. Namus alıp taciz satan “âşık adamlar” günde ortalama üç kadın öldürür mesela. Hatta gündelik şablonumuz bir kadın sokak ortasında öldüresiye dövülürken kafasını eğip yürüyen ama sokakta öpüşen insanları gördüklerinde saldırmayı marifet bilen “adamlardan” oluşur. “Allah’ın izni ve peygamberin kavliyle istenen” çocuk gelinlerin ülkesinde, evinde “kızlı-erkekli” yaşayanlar “sapık” yerine konulur. Tecavüzcünün bahanesinin “şeytana uymak” olduğu, şeytanın şefaatiyle salıverilip yeniden tecavüz etmeye uğurlandığı mahkemelerde, nefsi müdafaaya cüret eden kadınlar müebbet yer. LGBTİ bireyleri ve seks işçilerini öldürmek zaten neredeyse “sevap” addedilmiş durumdadır. (Çok daha fazlasını hatırlatarak içinizi kaldırmak istemiyorum). Eni sonu Davutoğlu’nun “doğurmayı” kadınlar için bir “vatani görev olarak” salık verdiği yere geliriz. Tüm bunlarla ilgili feminist analizlerin ötesinde kelam etmek harcım değil elbette ki. Lakin şu “milli libidoya” ilişkin iki çift lafım var:

Türkiye’de milliyetçilik ile aşk arasındaki ilişki Namık Kemal’in yazdığı Vatan Yahut Silistre’den bu yana tartışılır. Çoğunlukla milliyetçiliğin de aşkın da “duygusal” temelleri olduğu varsayılarak yapılır bu tartışma. Ancak egemen sınıf milliyetçiliği hiç de göründüğü kadar “duygusal” değildir. Çoğunlukla somut ve acil sosyal çıkarlara, iktisadi girdiye ve dahi yurttaşlık düzeyinde ciddi bir kabul görme kazanımına tekabül eder. Velev ki AKP iktidarı gibi “milliliğin” kutsanıp tavan yaptığı dönemlerde Ece Ayhan’ın dediğince “esas duruş mülkün temeli” haline gelir. Bu nedenle milliyetçilik ile aşk arasındaki ilinti esasta bir “mülk edinme”, bir “sahip olma” arzusu üzerinden kurulabilir sadece.

Hal böyle iken, AKP’nin teşvik ettiği neo-Osmanlıcı “milliyetçilik” tasavvurunu bu mihenkte bir kere daha düşünmek gerekir kanımca. “Fethetmenin”, müdahil ve yayılmacı [megalotymotik] milliyetçiliğin onur bellediği o yağma edici vatan gaspının erilliğini, talan etmenin “milli bir değer” haline getirildiği o pervasız övünmeyi düşünmek gerekir. “Türk halkının değer yapısı” diye diye savunulan çılgınlık sürdükçe “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşa” kadar “milli olmaya” gayret eden bebelerin ne kadar daha canavarlaşabileceğini düşünmek gerekir. Sonuçta erekte olmuş erkeklik organıdır bu “fetihçiliğin” pusulası. Bilinçaltı Bağdat Caddesi, üst beni ise o malum fotoğraftır: “Aşk bodrumda yaşanıyor güzelim”.

* Araştırma Görevlisi, Ankara Üniversitesi, DTCF, Sosyoloji Bölümü