AŞK

Herkes Kendi Evinde
 
“Aşk”ı  ilk seyredişimden 7 ay sonra ikinci defa izledim. Bu arada film üzerine yazılar okudum. Ayrıca, “Saklı”yı (bir daha) seyredip, bir grupla birlikte analiz ettik. Şimdi, yeni bir yazı yazmak lazım.
Haneke Brectyen yöntemler kullanır, yabancılaştırır. Ama Brecht’le aynı ideolojik çizgide değildir. Brecht sosyalistti. Haneke ise bir ahlakçı. Sanatla uğraşmanın alternatifi Brecht için olsa olsa doğrudan politika yapmak olurdu, Haneke’nin aklına gelen alternatif ise Albert Schweizer gibi Afrika’da misyonerlik yapmak. Ama “aziz değilim” diyerek bu seçeneğin olanaksızlığını ifade ediyor Haneke (Sight&Sound, Aralık 2012). Ama yine de sinemasında kendisine yön veren duyguyu anlatırken Brecht’in bir şiirini alıntılıyor. Brecht söz konusu şiirinde dünya üzerinde bu kadar dehşet yaşanırken, bunlardan söz etmemenin, gülücükler saçmanın imkansızlığından söz ediyor. Haneke de, dünya üzerindeki kötülüklerden söz etmezsek suç işlemiş oluruz diyor.   
Fakat yabancılaştırma yöntemini kullanıyor demekle Haneke’nin son halini anlatmış olmayız. “Aşk”ı yapan Haneke, yabancılaştırmaktan giderek uzaklaşan, giderek daha düz bir anlatıma, kendi tabiriyle Brecht’ten çok Çehov’a yönelen biri. Yeni Haneke, eskiden yaptığı modellere (Yedinci Kıta’yı model sinemasına örnek vermiş), çözümlere inanmıyor. Hayatı karmaşıklığı ve çelişkileri içinde yakalamayı amaçlıyor. Haneke bu yaşında değişmeye devam ediyor!
“Aşk” a dair ilk yazılarımdaki tepkiselliğimde galiba eski Haneke’ye yönelik tepkilerimin de rolü vardı. Haneke’deki ahlakçılığa, seyircisini de azarlayan ve suçlayan tona açıkçası öfke duyuyordum. Yabancılaştırmanın çok da taraftarı olmadığımı daha önce belirtmiştim. Mesela “Saklı”da ayağımın altındaki halının sürekli çekiliyor olması, filmin sürekli kendi üzerine düşünen hali beni yıldırıyordu. “Hikaye anlatmayı bu kadar dert ediyorsan, anlatma be birader”, diyesim geliyordu. “Beyaz Bant”taki faşizmi açıklama tarzı, “masum değiliz, hiç birimiz”cilik diye tanımlayacağım çok manalı görünen ama nihayetinde manasız şey,  Haneke’nin şimdi eleştirdiği “model” yaratmanın tipik örneğiydi. Ve Haneke’nin burjuvazi eleştirilerinde bana en politik halinde bile apolitik gelen, metafizik bir şeyler vardı.
“Aşk” farklı bir Haneke filmi. Daha az model, daha çok hayatın kendisi. Ama tabii ki eski Haneke’yle alakası olmayan bambaşka bir film de değil. Farklılıkla birlikte süreklilik de var. Kadınla erkek hep aynı adı taşır Haneke filmlerinde: Georges ve Anne Laurent.  Yine öyle. Müzikle iştigal ederler ya da müzik severler, Haneke’nin annesi ve babası gibi. “Aşk”ta da öyle. “Aşk”taki ev Haneke’nin anne ve babasının evinin aynısıymış. Dışarıyla sınırlı ve sıkıntılı bir bağ içinde olan, içine ya da evlerine kapalı aydın burjuvalar Laurent’lar…
 “Aşk” faşizm ya da Fransa’nın sömürgecilik tarihi gibi politik konulara girmiyor “Saklı” ya da “Beyaz Bant” gibi. “Aşk” bir çiftin son günlerini anlatıyor. Seksenlik Anne ve Georges, konserlerine giden, kitaplarını okuyan mutlu sayılabilecek bir çiftken, nasıl ölümün pençesine düşerler, film bunu anlatıyor. Anne, eve girmeye yeltenen bir hırsızın tetiklediği bir beyin kanamasıyla birlikte sonun başlangıcını yaşamaya başlar. Haneke bize Anne’in nasıl “gurur”u mesele eden bir kadın olduğunu baştan söyler. Konserine gittiği eski öğrencisiyle gurur duymaktan utanır Anne. Ve bu aşırı gururlu kadın giderek bedeninin kontrolünü yitirir. Yitirdikçe, kendisinden ve başkalarından daha az hoşlanır, çünkü insan ilişkilerinde gururu zedelenmektedir. İntihar etmek ister, beceremez. Georges ise büyük bir bağla Anne’a yardım etmeye çalışır. Çiftin kızı ve damadı, Anne’in bakımına dair bütün yükü Georges’a yüklemiş olmaktan dolayı suçluluk duyarlar ama yapıcı bir önerileri yoktur ve can sıkıcı konuşmalar yapmaktan öteye gitmezler. Anne’in eski öğrencisiyle ilişkisi de bir güç savaşı şeklinde cereyan eder. Eve gelen hizmetçi duyarsızdır. Bir tek kapıcı kadınla, erkek olumsuz bir davranışta bulunmazlar. Ama Georges onlarla ilişkisini de hep sınırlı tutar, konuşmayı hep kısa keser. “Herkes kendi evine!”, der gibidir.
Filmin ilk sahnesinde Anne’in ölü bedenini görürüz. Anne’in ölümü seyirci için sürpriz değildir, yaşlı ve ağır hasta birisinin ölümü zaten sürpriz değildir hiçbir zaman. Ama nasıl öldüğü de bana kalırsa sürpriz değildi. Çünkü Haneke filmlerinde hep böyle bir an vardır, şiddet içeren ve şaşırtan bir an, onun için şaşırmadım (filmi seyredince görürsünüz). Hem filmin başlarında Anne, kocası Georges’a “çok naziksin ama bazen bir canavar oluyorsun” diyerek, seyirciyi uyarmıştır.   
Haneke filmlerinde duygusallık mümkün olduğunca yoktur, yine yok. Yine soğuk bir film var ve bunu söylememe herhalde yönetmen de itiraz etmez.  Tabii ki Georges’u canlandıran Jean Louis Trintignant başarılı ve Georges karakteri de karısına karşı çok fedakar ve sadık. Emmanuelle Riva ve Isabelle Huppert de iyiler.  Georges’un karısını bir noktaya kadar hayatta tutma çabası dokunaklı da. Kültürlü bir çiftin nihayetinde kendilerinden başka kimsesi olmaması, çağdaş Batılı insanın yalnızlığı da ürkütücü. Ki bu filmdeki insanlar yine de hiç olmazsa birbirlerine sahipler, bu da bir nevi lüks. Ama yine de soğuk bir film “Aşk”. Hayır, filme karşı ilk yazılarımdaki gibi negatif bir ruh halinde değilim.
Ne kadar kültürlü olursanız olun, ne kadar dışarıya kendinizi kaparsanız kapayın, ölüm yine gelir sizi bulur. Beden çürür, en sevgi dolu kocanın da sabrı taşar. Evet. Filmin oyuncuları iyiler, çerçeveler mükemmeller. Evet. Modern Batı toplumunda insan ilişkilerinin genel durumu hiç de parlak değil. Evet.  Ama ben “Aşk”ı monoton buluyorum. Kalburüstü ve güzel ama monoton ve soğuk. Haneke de böyle bir film yapmak istemişti sanırım.
 
***
 
ANNA KARENİNA
İlk hayalde aşk
19. yüzyıl sonlarında bir gün genç Anna Karenina St. Petersburg’dan Moskova’ya trenle bir yolculuk yapar. Anna’nın erkek kardeşi karısını aldatmaktadır. Anna durumu idare etmeye, kardeşiyle yengesinin arasını bulmaya çalışacaktır. Yolculuk sırasında Anna, tecrübeli bir kontesle karşı kaşıya oturur. Kontes Vronskaya, Anna’ya hayatı boyunca hep aşk içinde yaşadığını ve “keşke yapsaydım” demektense “iyi ki yapmışım” demeyi tercih ettiğini söyler. Aldatma ve çok eşlilik kısacası Anna’nın baktığı her yerde vardır. Toplum kuralları (aristokrasinin kuralları) içinde normaldir bu. Genç erkeklerin cinsel eğitimlerindeki master seviyesi evli bir kadınla yaşanan ilişkiyle tamamlanır. Kontes Vronskaya, oğlu Vronski’den ve onun sevdiği kız Kitty’den de söz eder. Kitty 18 yaşında bir tazedir. Anna da 18 yaşında evlendiğini hatırlar. Şimdi 25-26 yaşlarındaki Anna’nın 7-8 yaşlarında bir oğlu vardır.
Anna, genç Vronski’ye ne zaman aşık oldu diye sorsalar, kontes Vronskaya ile yaptığı bu sohbet sırasında aşık oldu derim. Henüz Vronski’yi görmeden önce yani. Anna kafaca her açıdan bir “aşk” yaşamaya hazırdır. Karşısında hem taklit edeceği, hem de oğlunu kapacağı bir anne figürü yani Kontes Vronskaya vardır; ayrıca kendi 18 yaşındaki halini aklına getiren bir rakip olarak Vronski’nin sevgilisi Kitty de tabloda yer alır. Anna hem kontes gibi yetişkin ve güçlü bir kadın olmak, hem de 18 yaşına geri dönmek arzusundadır. Denklem Vronski sahneye çıkınca tamamlanır. Vronski neden Anna’ya aşık olur, bu sorunun cevabı daha muğlak. Ama Anna’nın yüksek bir devlet memurunun karısı oluşu onu saf ve naif Kitty’den daha cazip kılmış olmalı Vronski için.
Bütün havalarına, afra tafralarına rağmen ya da tam bu havalarıyla birlikte, kendi fantezileri içinde kaybolan ve oradan çıkıp gerçek hayata karışmayı beceremeyen iki geçkin çocuktur Vronski ve Anna. Aşkları da bu yüzden bu kadar trajiktir. Yetişkinler gibi aldatmanın kurallarını uygulamayı beceremezler. Gerçekle fantezi arasına sınır koyamazlar. Bu yüzden hem daha sahicilerdir başkalarından hem de birbirleriyle daha az ilişki içindedirler, başkalarına göre. Aslında bir çift olamıyor Anna ve Vronski. Bu ilişki bir an önce bitse de herkes huzura kavuşsa diye iç geçirirseniz filmi izlerken, hem Anna’nın başına geleceklerden korktuğunuz, hem de bu ilişkiye tam olarak ikna olamadığınız içindir. Yeterince romantik olmadığınız için değil.
Anna ve Vronski toplumsal kurallarca belirlenen tiyatro oyununa uyum sağlayamaz ve bu oyunu kavrayamazken, kendilerini bu oyunun en renkli ve acıklı hikayesinin başrollerinde bulan iki şaşkındır. Tiyatro demişken filmin birçok sahnesinin bir tiyatro oyunu olarak sahnelendiğini söyleyelim. Yönetmen Joe Wright von Trier’in “Dogville”i ile, Aronofski’nin “Siyah Kuğu”su arasında, minimalin maksimalle, dramatiğin epikle flört ettiği, oyuncak trenlerin ve gerçek doğanın birbirini izleyen sahnelerde yana yana geldiği bir üslup tutturmuş. Baz Luhrmann’ın “Moulin Rouge”unu düşünenler de çok var ama o filmi sonuna kadar seyretmeyi başaramamıştım.  
İlk başta Keira Knightley’i yadırgasam da sonra Anna rolüne uygun olduğuna karar verdim. Vronski ise daha acayip bir tip. Aaron-Taylor Johnson, sarıya boyalı saçları, kumral bıyıkları ile aklımızdaki 19. yüzyıl Rus subaylarından çok, Cemil İpekçi’nin genç ve yakışıklı bir versiyonuna benziyor.  Filmin sürprizi ise Jude Law’un Karenin rolünde kara kuru bir bürokratı oynaması. Law filmin belki de en dokunaklı karakterini çok iyi canlandırıyor. Başka çiftler de var filmde Levin ve Kitty, Oblonski ve Dolly gibi. Ama onların hikayeleri çok da heyecan vermedi bana. Levin’le Kitty’nin konuşmadan anlaştıkları sahne keşke daha iyi çekilseymiş. Kitapta okurkenki gerilimi bulamadım.
Sonuçta Anna Karenina kalburüstü bir film. Kaçırmayın!