Ortadoğu’ya seslenmek ve kültürümüz Türkiye’de televizyon

Ortadoğu’ya seslenmek ve kültürümüz
Türkiye’de televizyon dizilerinin büyük bir değişim geçirdiği açık. Bir yandan televizyon dizilerimizin mekânları, yaşam standartları  ve diyalogları sınıf atlamış bir halde toplumsal gerçeklikten uzaklaşmışken, öte yandan seyirciyi çok daha etkiliyor. Ama geçmişe göre bunun en büyük farkı, bugünkü seyircilerin yalnızca Türkiye’den değil, Ortadoğu ve Balkanlardan da büyük rakamlara ulaşmasıdır. Eğer Aşk-ı Memnu yirmi iki ülkeye ihraç ediliyorsa, orada durup düşünmek gerekir.
İlk önce fark edilmesi gereken, Türkiye’deki televizyon dizilerinin artık bölgesel bir etki alanına sahip olduğudur. Amerika’nın aptal think-tank kuruluşlarında, daha şimdiden, Türkiye’nin Balkanlar ve Ortadoğu’daki kitle iletişim araçlarındaki giderek artan gücünün yarın ki siyasal sonuçları üzerinde durulmaya başlanmış durumda.
Gerçek şu ki Türkiye 1970’li yıllardan beri, on yıllar boyunca televizyonlarda Amerikan dizileri seyrederek öğrendiklerini bugün çok ‘güzel’  uygulayarak, senaryo tekniği ve oyunculuk konusunda ciddi hamleler yaparak, teknolojinin sunduğu imkânları değerlendirerek, ama en önemlisi de zaman içinde medya sektöründe çok ciddi bir sermaye biriktirerek bugünlere geldi. Televizyon dizileri açısından, Türkiye kendi kültürü ve doğu/batı ilişkilerinde çok özel konumlara sahip olması nedeniyle, başta Ortadoğu olmak üzere Balkanları birinci elden kendi hinterlandı olarak görmesi için çok neden var. Türkiye bugünkü sermaye yapısı, kültürel olarak özel konumu dolayısıyla bu pazarlarda uzun on yıllar boyunca sürecek bir bölgesel güç olabilir. Şöyle bir örnek verilebilir: Türkiye ile İran arasında dostluk ilişkileri açısından kurulan fuarlardaki stantlarda, İran’ınki sınırlı bir ilgi görürken, Türkiye’nin stantları izdihama yol açıyor. Bizzat bu izdiham nedeniyle engeller çıkarılıyor. Komiktir bu durum geçmişte Sovyetler Birliği ve ABD arasında da yaşanmıştı.
Türkiye büyük oranda Kemalizm’in eseri olan, Ortadoğu ülkelerine göre modernizmle çok daha içli dışlı olması, siyasal demografisi, eğitim düzeyi, batılı dünyayla ilişkileri açısından, pek çok ‘Ortadoğulu ilericinin ve elbette ki baskılı yaşamdan bunalmış insanların, aynı zamanda muhafazakâr Ortadoğulu erkeklerin hülyaları’nı süsleyecek bir birikime sahip. Bu açıdan Türkiye, özellikle dizi sektörünün tüm dünyada yaşadığı edepli sayılamayacak yozlaşmaların sonucunda, kendine düşen parsayı alıyor. Şimdi şöyle gerçek bir tarihi sorun var: Niçin, geçmişte Yeşilçam bunu gerçekleştirememişti? İki nedeni var, birincisi yeterli sermaye birikimi yoktu, ikincisi yasal ve siyasal süreçler bunlara izin verecek denli olgunlaşmamıştı.
Eğer yakından incelersek, bir yandan Batılı yüzlerin ekranları kaplaması,  öte yandan cinselliğin ‘pek dokunaklı ölçülerde’  dizilerde işlenmesi, Türkiye’nin son yıllardaki Ortadoğu için önemli siyasi çıkışları art arda yapması, ama daha da önemlisi medya sektöründeki büyük gelişmelerden sonra, Türkiye’deki sermaye birikim süreci, Türkiye’yi başat bir aktör haline getirdi. ABD Ortadoğu pazarını bu koşullar altında tam olarak mas edemez ve Türkiye’nin bu piyasada güçlenmesini engelleyemez. Ama bizzat ABD tarihi, Hollywood vesilesiyle, bir ülkenin sinemalarını ya da medyasını ele geçirmenin doğrudan hem ticari hem de siyasi getirileri olduğunu çok iyi bilen bir ülkedir. Bu nedenle, think-tank kuruluşlarında Türkiye’nin yeni siyasal güç dengelerinde giderek Ortadoğu için önemli bir aktör haline gelişini görüyorlar. Çünkü hakikaten on milyonlarca insan, yeni bir siyasal gelişmede doğrudan yüzünü Türkiye’ye dönerek ‘ne diyecek, ne yapacak’ diye bakmaya başladığı durumda, bunun siyasal karşılığı da olacaktır.
Türkiye’deki televizyon dizilerinin estetik/sosyolojik/ahlaki kodlarına bakılınca Yeşilçam ile iki yönden benzer ve onun bir gömlek daha modern versiyonu olduğu görülecektir: Birincisi hâlâ belirli açılardan pre-moderndir, ikincisi ise toplumumuza ve Arap ülkelerine gerçekçilikten bir hayli uzak ve hatta onların tamahkâr bakışlarını tatmin edebilecekleri, yaşamadıkları bir hayali dünya kuruyorlar. Gerçek hayatta sahip olmadıkları ‘bir yok ülke inşa ederek’, hayali tatminler ve arzular yaşayabilecekleri bir anlatı modeli kullandı Yeşilçam, kullanıyor Televizyon dizileri.
Bir de başta Lost olmak üzere, Amerikan dizilerinin Türkiye’deki egemenliği meselesi var. Başta CNBC-e olmak üzere doğrudan Amerikan dizilerini ülkemizde göstermeyi kanalın özelliği haline getirmişler. Bunların dizilerinin, yerli dizilerimizden hiçbir gelişkin yönü yoktur; daha büyük sermaye kullanırlar, daha büyük bir kitleye seslenirler, kendi modern yüzlerini kullanırlar, ama aynı seviyesizlik, gerçekçilikten uzaklık, hatta aynı anlatı yapısı içinde hiç yoktan meseleleri dağa taşa yayıp insanlara sunuyorlar. Yani ABD’lerinkinin daha iyi olduğunu söylemek için hiçbir nedenimiz yok, hatta daha köksüz oldukları bile söylenebilir: Çünkü bir ‘mekânsız topraktan, bir yok ülkeden’ sesleniyorlar, diğer yandan daha geniş kitlenin ortak paydasına seslenmek için vasatlığa daha çok başvurmak zorunda kalıyorlar ve kültürel kodlar giderek daha da belirsizleşiyor.
Türkiye gerçekten büyük bir değişim geçiriyor kültürel olarak: geçmişte Dünya Kupası bu ülkede infial yaratırdı, geçmişte İngiltere’nin kupa finali Türkiye’de televizyonlarda yayınlandığında bütün gençler televizyon başına kilitlenirdi, bugün bu işlevi büyük oranda diziler tutuyor, bir de ulusal futbol maçları. Müzik dediğimizde gençliğin dillerinde yerli pop çok daha öne çıkıyor. Türkiye’de ‘millileşme’ yaşanmıyor, aksine gerçek şu ki gerçek kültürel kimliğimiz büyük oranda yok oluyor. Bir karmaşanın, bir bulamacın içindeyiz, kültürümüz tarihimizin hiçbir evresinde olmadığı denli ‘popülerleşiyor’ batılı deyimle, gerçekte ise arabeskleşiyoruz. Tartışmalarımız, görsel kodlarımız, kavramlarımız, duygusal tepkilerimiz sanallaşıyor, sahiciliğini yitiriyor, giderek her şey Amerikanlaşıyor. Adnan Menderes’in uğursuz lafı ‘küçük Amerika’ olma hayalleri bütün yıkıcı olma özellikleriyle Türkiye’de bir gerçekliğe dönüşüyor.