Zamanda bir kırılma olacak ve dünyada yaşayan herkes zamanın bir yerine dağılacak, birileri kendini 40’larda bulacak örneğin, ya da 16. yy’da ceplerinde telefon arayacaklar çaresizce.

Daha önce okudukları romanların yazarları henüz doğmamış olacak, gittikleri alışveriş merkezlerinin yerlerinde ise ağaçların arasına saklanmış yırtıcı hayvanlar bekleyecek belki de onları, kaçarlarken korsanların ellerine düşecekler, daha önce hiç görmedikleri balıklar ve kuşlarla karşılaşacaklar, kim bilir… Peki şaşırırlar mı? Sanmıyorum. Toplumsal ilişkiler kırılmalarla dolu ve kimse artık kendi zamanını yaşayamıyormuş gibi geliyor bana. Dünya da aynı hızda dönmüyor bu yüzden. Mevsimlik işçileri taşıyan kamyonetin kaza yapması, dünyanın hızını yavaşlatmış olmalı, Suriye’de yaşayanlar içinse çoktan durmuş...

Nerde okuduğumu hatırlamıyorum, belki de okumadım; insan eğer şaşırmıyorsa hiçbir şeye, sevgisizliğe alışmıştır artık. Sevmezsen, şaşırmazsın da… Şaşırmıyorsan da, biyolojik bir makine olarak işlevini yerine getirmek için yaşıyorsundur. André Breton, belli aralıklarla okuya okuya eskitemediğim “Nadja” adlı romanında, ressam Giorgio de Chirico’dan bahseder: “Chirico teslim etmiştir ki, nesnelerin belli bir düzeni karşısında şaşırdığı (ilk şaşıran da kendisidir zaten) zaman resim yapabilmektedir ve kendisi için vahyin gizemi şu sözcükte saklıdır: Şaşırmışlık.”

Büyü bozuculara inat, sanatın “şaşırtma”yı başardığı sürece var olacağını düşünürken, bir kitapçının vitrinine bakıyordum, yan yana dizilmiş romanların çoğu birbirine benziyordu, sinemaya giderken de aynı duyguyu yaşıyordum, tüketilmiş ilginçlikler… “Farklı Dünyaları Düşünmek” adlı Metis seçkisinde Bernard Stiegler, çağdaş sanatla ilgili yazısında, eğer artık kimse hiçbir şeye inanmıyor ve şaşırmıyorsa, kişinin kendi hayatını bir sanat eserine çevirmesi, yani kendisine inanması gerektiğini ama bu durumun da sevgisizliğe ve kaçınılmaz bir biçimde radikal bir inançsızlığa neden olduğunu yazmıştı.

Belki de bu yüzden, insanları sevmediğini söyleyen insanlara çok sık rastlar olmuştum son zamanlarda. Hayvanları daha çok sevdiklerini söylüyorlardı, çünkü onların doğallığından, dürüstlüğünden kuşku duymuyorlardı. Radikalleşmiş dini yapılar da, radikal inançsızlığın bir başka boyutu gibi geliyordu bana; gözlerini kırpmadan bu kadar kolay cana kıyılabiliyorlarsa… Ölümden yana bir sevgi olabilir miydi? Stiegler, sevgisizliğin dünyanın büyüsünün bozulma sürecinde devreye girdiğini yazmış, yaşam tarzlarının giderek kullanma kılavuzları halini alması ve denetim toplumunun oluşmasıyla…

Belki de büyü bozuculuk devreye girdiği içindir ki, Roland Barthes, “Bir Aşk Söyleminden Parçalar”da, toplumun bütün yasa çiğnemelere koyduğu ahlaksal verginin bugün tutkuyu cinsellikten daha fazla cezalandırdığını yazmıştı. Birisinin cinsellikle ilgili “korkunç sorunları” olmasını herkes anlar ama duygusallığıyla ilgili sorunlarına kimse ilgi göstermez. Aşkın, duygusalı cinselin yerine koyduğu için müstehcen olduğunu düşünür Barthes ve şöyle der: “Gelmeyen bir telefon yüzünden ciddi ciddi intihar etmeyi tasarladığım zaman, Sade’ın bir yapıtında papanın bir erkek hindinin ırzına geçmesi kadar büyük bir müstehcenlik çıkar ortaya. Ama duygusal müstehcenlik bu ölçüde garip değildir, onu daha iğrenç kılan da budur; ‘dünyada hâlâ açlıktan ölen bunca insan varken, bunca halk canını dişine takıp kurtuluşu için savaşırken, vb’ ötekisi uzak bir havaya girdi diye yıkılan bir özne kadar uygunsuz bir şey yoktur.” Barthes, bu uygunsuz âşığı, “duygusal koca bebeği”, Bataille gibi yazarların umursamayacağını yazarak, bir eleştiride de bulunur aslında.

Aşkına karşılık bulamadığı için çatıya çıkan bir devrimci görmüştüm, üniversitede öğrenciyken.

Herkesin şaşırdığını ve onun adına utandığını hatırlıyorum. Dünyada bu kadar sorun varken, sırası mıydı şimdi? Belki de dünyadaki sorunların en önemlisiydi sevgisizlik; sevgisizlikten ölmek, neden açlıktan ölmekten daha önemsiz olsun. İnsanüstü kişiler olmaya adanmanın, sevgisizlikle bir ilişkisi yok muydu hiç?

Turgut Uyar’ın dizeleri düşüyor aklıma birden, “Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır/ Sonbahar geldi hüzün/ Kış geldi kara hüzün/ Ey en akıllı kişisi dünyanın/ Bazan yaz ortasında gündüzün/ sevgim acıyor/ Kimi sevsem/ Kim beni sevse…”

Şairin dediği gibi, sevgilerin acımaması, mutluluğun kolayca bölüşülür evrensel bir şey olması, başkaldırılarla mümkün olur ancak. Başkaldıran insanların yüzlerindeki o tuhaf gülümsemenin sırrı…