Hissettiğimiz şeyin aşk mı yoksa salt arzu ve şehvet mi olduğunu nasıl anlayacağız peki?

Aşk olsun

ONUR BEHRAMOĞLU / @onurbehramoglu

Bir gezegene -örneğin Jüpiter’e- gönderdiğimiz insansız uzay aracı gezegenin atmosferine fazla dik gelirse yanar. Fazla yatay gelirse, suda seken taş gibi seker. Her şey çok incelikle hesaplanmalı, aracın atmosfere gireceği o gerilimli ânın matematiğine iyi çalışılmalıdır.

Doğa da böyledir işte, insana kendisinin ayrılmaz parçası olduğunu duyurmak için ne gerekiyorsa yapar. Bazılarının dünyasına sadece yanarak gireriz, adına ‘tutku’ derler. Spinoza’nın tanımıyla “İnsanın duygulanımlarına hâkim olma ve düzen verme konusundaki güçsüzlüğü”, bir hayatın içine dik açıyla girme ısrarıdır. Trajik yazgılarının tutsağı konumundaki Zeki Demirkubuz karakterlerini düşündürür, ‘Masumiyet’ filmindeki Haluk Bilginer’in efsane tiradını. O sahnenin girişinde, taşın üstüne koyduğu rakı şişesine üç el silah atar, vuramaz ‘tutkulu’ karakter. Ve, “Bozuk lan bu tabanca!” tepkisiyle yanındakine uzatır silahı. “Yok abi ben silahtan anlamam” yanıtı üzerine de, “Anlaması var mı oğlum, basacaksın tetiğe o kadar” der.

Elbette hiçbir şey o kadar basit değildir. Tutku -passion- Latince ‘patior’dan, ‘acı çekmek’ten gelir. Basarsın tetiğe, vuramaz, vurulursun. Türkçede tutkudan tutsağa giden yolun kısacıklığı da fikir verir doğrusu, attığın her kurşun kendinedir. Tanrın ya da Tanrıçan kısa sürede şeytana-cadıya dönüşecek, aşk sandığın seyrüsefer sadomazoşist bir yıkım süreci halini alacaktır. İçinde zerre kadar sevgi bulunmayan büyük tutkulara kapılabilir insan, sevgiyi kişinin duyarlılığıyla değil de tutkusuyla ölçmenin yanılgı olduğunu görmek gerekir.

Belli bir yaşa geldik mi doğurmak-cana can katmak isteyen tabiatımız, doğurma eylemini en harikulade güzellik, bir tür tanrısallık içinde yapmak ister. Sanat yapıtları yaratmak da bunun bir benzeridir. Bağrında yaratıcı güçlerin köpürüp taştığı kişi, içindeki doğum sancısının var gücüyle güzel olan her şeye, herkese yönelecektir. Burada Platon’u analım, “Sevgi, güzelin sevgisi değil, güzel içinde yaratmanın sevgisidir” diyen Platon’u.

Yaratıcı kalkışma ile bu kez fazla yatay girersek bir insanın atmosferine, seken taş oluruz, Don Juan. Takılıp kalmaz, tutulmaz, hiçbir şeyi kurup yıkacak şiddeti de duymayız. Her bir insanın biricikliğine odaklanıp her birini art arda sever, sonra bırakır gideriz. Lakin Don Juan’ı hor görmemeli, ne de olsa çoğu şair bu tabiattadır. Hem şöyle demiyor mu José Ortega y Gasset: “Don Juan’ın kötücüllüğü kaba bir erotizm değildir. Bir kadını tanımak istiyorsanız onun önünde durmak, onunla flört etmek gerekir. Kadın ruhu, sanki sırtını dış dünyaya dönmüş gibi, içteki tutkulu mayalanmayı saklayarak yaşar. On beş yaşında bir kızın, genellikle yaşlı bir adama göre çok daha fazla sayıda sırrı vardır. Otuz yaşında bir kadının da, bir devlet başkanına göre daha büyük bir gizli arşivi. Don Juan’ın suçu, art arda birçok kadını o mucizevi sahnede, erkeğin onuruna, larvanın kelebeğe dönüştüğü o dokunaklı anda ‘açılma’ya zorlamış olmasıdır. Bu sahne sona erdiğinde, o soğuk gülümseme yeniden gelip Don Juan’ın dudaklarına oturur ve Don Juan kelebeği güneşte kanatlarını yakıp kül etmeye terk ederek başka bir krizalite yönelir.”

Doğa kimi zaman akıl almaz bir emek harcayarak bir insanın dünyasına en doğru açıyla girmemizi sağlar. Uzay aracı bir gezegenin atmosferine doğru açıyla girdiği sırada ortaya çıkan aşırı ısıdan ötürü radyo sinyallerinin alınamadığı bir an vardır. İnsanların dünyasında da aşk, işte o an, radyo sinyallerinin alınamadığı büyülenme ânıdır. Tabii imgelediği şeyleri ister insan, kendi dünyasında yarattığını, aslında olmayanı. “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” bu demektir.

Eric Blondel, “Aşk, her bir kadının benzersizliğine odaklanan Don Juan’ın tersi biçimde, eşsiz bir sevgilide olası bütün kadınların sonsuzluğunu, Dişi’yi bulmaktır” der. Bir başkasında öylesi bir sonsuzluğu bulabilecek, bir insanın öylesi bir sonsuzluğu bulabileceği insan mıyız; kendimizi sonsuz merakla, gökkuşağı renkleriyle, gürül gürül bir yaşamsallıkla doldurup donatmakta mıyız, bu uğurda durup dinlenmek bilmeyen bir çaba içerisinde miyiz, soralım.

Hissettiğimiz şeyin aşk mı yoksa salt arzu ve şehvet mi olduğunu nasıl anlayacağız peki? Arzuda, karşımızdakini nesneleştirip fethetme-soğurma-tüketme, aşkta ise ruhumuzun elimizden kaçıp gitmesi, köklerinden kopup sevdiğimizin kökleriyle bütünleşmesi, “görülmemiş bir çiçek açma” vardır. Tam burada, Freud’u selamlamanın vaktidir zira aşkta sevgiliden beslenerek yaşamak, çocuğun rahimde anneden beslenerek yaşamasına benzer. Anneyle birliğin yeniden oluşturulmasına yönelik çocuksu-nevrotik bir yanılsama, ruhsal sorunlarımı bunlarla ilgisi olmayan büyülü bir varlık vasıtasıyla çözme ya da bunları ona ödetme durumu, insanın yaradılışından gelen bir derde -faniliğine- geçici deva, hayalgücümüzü karanlık biçimde zorlayan ölüme aynı hayalgücünün efsunlayıp yücelttiği bir karşılık vermek, melalin (bırakılmışlığın, sütten kesilmişliğin, ayrı düşmüşlüğün) sızlayıp duran yarasına merhemdir aşk. Kişinin yaşamı boyunca deneyimleyeceği iki veya üç büyük dönüşüme, birkaç sarcısı fay kırılmasına eşlik ederek, “eksenimiz çevresinde sanki birkaç derece dönüp evrenin başka bir çeyreğine doğru kaydığımız esnada” elimizden tutan o tanımsız şeydir.

“Sen mi: evet, ben / vazgeçemediğin göz / yanılsaması” demişim ben de bir yerlerde. “Aşk mı: aramak / aramak mı: yaratmak / ben mi: en’el hak” demişim.