Aşkın kara kutusu mektuplar

ADALET ÇAVDAR

Ben birkaç mektup alma şansına nail oldum, hatta pandeminin başına dek uzak ülkelerden ara sıra mektup gönderen arkadaşlarım oldu. Sonra mektuplarımız bir şekilde e-posta halini aldı. Zannederim e-posta’ya mektup muamelesi yaptığım için uzun e-postaları asla telefondan yazamıyorum. Belki yeni çağın telgrafı, mesajlaşma uygulamalarıdır. Hangi formda olursa olsun, ister bize ister bir başkasına gelmiş olsun, mektuplar her zaman en özel, en mahrem alanlara açılan küçük birer pencere gibi değil midir? Sadece yazarların değil aile büyüklerimizin mektupları da ilgimizi çekmez mi? Mektup hep aşkla özdeşleşir, çünkü aşk insanın nefesini keser ve sevgiliye yazmak âşığın derdine bir nebze olsun derman olur.


Önümdeki kitap herkesin aşka bir kez olsun onunla anlam verdiği Küçük Prens’in yazarı Antoine De Saint-Exupéry ve sevgilisi Consuelo De Saint-Exupéry’nin 1930-1944 yılları arasında birbirine yazdığı mektuplarından oluşuyor. Kitap, Fransızca orijinalinden çeviren Gizem Olcay’ın ayrıntılı Çevirmenin Mektubu yazısıyla başlıyor. İki ayrı insanın dilinin özgünlüğünü korumak için çaba sarf eden ve aralarındaki o kıvılcımlar çıkan bağı dilimize kazandıran çevirmene minnettarım.

Consuelo De Saint-Exupéry ve Antoine De Saint-Exupéry hayatlarına dair pek çok detayı anlatmak isterdim ve fakat bu yazının yeri kısıtlı olduğundan bunu yapmam mümkün değil. Consuelo, bize gülle sembolize edilen Küçük Prens’in fanusundaki çiçeğidir. Hem cenneti hem de cehennemidir. İlişkileri sırasında pek çok kez ayrılır ve her defasında barışırlar, 1931 yılında evlenirler. Kopmayan, kopamayan hastalıklı bir bağ ile birbirlerine bağlıdırlar; o bağ aslında onları hayatta tutan şifalarıdır. 1944 yılında Antoine ortadan kaybolana kadar mektuplaşmaları devam eder. Amerika Birleşik Devletler ordusuna katılarak yüzbaşı rütbesiyle Kuzey Afrika’ya giden Antoine’nun uçağı, 31 Temmuz 1944’te Marsilya açıklarında denize düşer. Enkaz, 2000’de balıkçılar tarafından bulunur.
Mektupları okumaya başladığınızda eskiye imrenmeden, şimdinin aşklarının neden bu noktaya geldiğini düşünmeden edemiyorsunuz. Birbirine hitapları bugünün dili değil; çocuğum, küçüğüm, canım, hazinem, altın kalemim… ve daha pek çoğuyla başlıyor mektuplar, bir yanıyla arabesk diğer yanıyla romantik. Bütün dünyayı paylaşmak, anlatmak için sırtlarında taşıyıp satırlarına yansıtıyorlar, mektuplarıyla aile oluyorlar.

Antoine’nun yazı kariyerine ışık tutan bu mektuplar Consuelo’nun arzusu üzerine yayımlanmış. İki sanatçı dönemin lüks hayatını değil, dünyanın her yerinde kiraladıkları evlerde, sürekli seyahat ederek, durmadan taşınarak yaşıyorlar. Bu yüzden mecburen sürekli mektup adreslerini tekrar tekrar paylaşıyorlar. Dönemin şartlarında gemilerde ve uçaklardaki mevcut sistemlerle telgraflar gönderiyorlar.

Bu mektuplar her zaman aşkı ifade etmiyor elbette, ara ara yükselen büyük öfkeler, ayrılıklar, kırgınlıkları da dile getiriyor. Her defasında pişmanlıkla özürler dileniyor, mektupla başlayan aşk, kısa süreli görüşmelerle, mektuplarla bitip yeniden başlıyor. Consuelo bir mektubunda “Yüreğinden sürgün edilmekten çok korkuyorum” diyor. Bütün bu olup bitenlere şahit olan dostları da var elbette, İkinci Dünya Savaşının başındaki bir dünyada sanat ve edebiyat camiasından dostları da mektupların konusu oluyor.

Özgür ruhlu bir kadınla bütün ilgiyi kendisine bekleyen bir adamın yaşatmaya çalıştıkları her şey bu mektuplarda. Antoine’un askerliği ve hayatının temel gayesinin hayatta kalmak olması belki de bu bencilliğini doğuruyordu. Bütün o savaş koşullarında Küçük Prens’i yazması ise döneme dair başka bir tanıklığı dile getiriyor. Consuelo da sevgilisinin hayatta kalmasını ve yazmaya devam etmesini sağlıyor.

1930-1944 yılları arasında bir âşıktan diğerine mekik dokuyan 160 mektuptan oluşan kitapta çiftin birbirine gönderdiği telgrafların, kartların, çizimlerin ve mektupların görselleri de yıkıcı aşkın yerini gitgide yapıcılığa ve üretkenliğe çevirmek isteyen bir kadının sevgilisinin kayboluşundan sonra tuttuğu uzunca yasın geriye kalan parçaları da yer alıyor. Bu özelliğiyle kitap, bir nevi sevgilinin uçağıyla beraber denize düşen bir kara kutuyu andırıyor.