“Aşktır ki, gerisi vesairedir” demiş Fuzuli. Yazılamayan, anlatılamayan, tasviri imkânsız, çoğu zaman iki kişiye ihtiyaç duysa da her zaman tek kişilik yaşanan aşk. Yaşanmasıyla bitmesi arasında bir lahza kadar kısa ama yüzyıllar kadar sancılı bir zaman dilimi geçen aşk. İnsanın içinin hiçbir şeyle doldurulamayacak koca bir boşluk olduğunu her defasında öğreten aşk. Kimini çürüten, kimini delirten, kimini adam eden, kimini kadın bırakan, kiminin dişiliğini, kiminin erkekliğini boşa çıkarıp madara eden aşk. İçleri dış eden, dışları iç eden... Peki ya şimdi zamanı mıydı? Üstelik ülke bu haldeyken. Daha koalisyon bile kurulamamışken. Henüz bundan sonra kimlerin emirlerinin hangi demirleri keseceğini bile bilememişken. Dünyaların değiştiği, insanların ağlaşarak oraya buraya savrulduğu, sınırların yerle bir olduğu bir dünyada ve zamanda şımarıklık değil miydi aşkı, şimdi, yeniden hatırlamak ve yazmak? Zamanı mıydı her şeye rağmen aşka muhtaç olduğumuzu kulaklara fısıldamak? Üstelik kim düşünür olmuştu ki aşkı sabah evinden çıkarken, ölür gibi çalışırken, deli gibi alışveriş ederken, ruhlarını her akşam güvenlikli sitelere esir verirken? Aşka gelir miydi ki sıra bu kalabalıkta? Alışkanlıklarımız aşklarımızın yerini sinsice dolduruyorken, şimdi aşk mı gelmeliydi akla?

Ama akla gelmek için bile aşk davet bekler miydi? İzin ister miydi? Öyle olsa adı aşk olur muydu? “Ama daha o ilk kelimeyi yazamadım/ Aşktı/ Ondan söz etmek için, ona izin veren zamanları seçmeli…” demişti de Cahit Zarifoğlu, güzel demişti de, aşkın arkasından biraz ağır konuşmuştu. Bu sözün doğrusu da yanlışı da boldu. Aşka izin ne hacetti ki? Aşk ‘uyan’ değildi ki hiç. Aşk uysaydı aşk olmazdı ya zaten… Zamanlar ona uysundu, sınırlar onun için değişsindi, insanlar onun uğruna canından olsundu, dünyalar onun için savrulsundu. O kendisi çıkıp geliverirdi ve yine istediği anda çıkıp gidiverirdi. Aşk zamandan izin almazdı haşa! Aşk acele etmekti, acele sevmek, acele öpmek, acele alışmak, acele kavuşmak, derin ama hızlı nefesler arasında alelacele sevişmekti. Çabuk gelen, çabuk gidendi aşk.

Aşka şaşırmak olmazdı. Ferhat dağları mı deldi? Aşktı yapacaktı elbet. Mecnun çöllere mi düştü? Aşktı düşecekti. İkisi de abartmaya gelmezdi. Bir âşıktan daha ne beklenirdi ki? Bunlar yapılmıyorsa aşk yoktu ki. Ama bunları aşk yaptırmıyordu ya da bunlar yapıldığı için aşk yoktu. Aşkın kendisi onlardı. Ne Leyla’ydı ne de Leyla’ya kavuşmaktı aşk, çöle düşmekti. Şirin değildi aşk, dağı delmenin kendisiydi.

Akıl aşka uğramazdı. Tutkulu bir aşkın karşısında canın değeri yoktu. Hatta tutkunun karşısında aşkın kendisi bile bir hiçti. Denildiği gibi “aşk basit bir duyguydu ama tutku cesetler çiğnetirdi”.

Ve aşktan herkes anlamazdı. Özellikle de aşkın tarihini yazdığını söyleyenlerin çoğunluğu aşktan anlamazdı. Onlar sayesindeydi ki aşkın bütün hikâyelerinde başrolde erkekler vardı da kadınlar sanki sadece âşık olunan nesnelerdi. Oysa kadınlar delirmenin de, istemenin de, sevişmenin de, umursamamanın da Allahını bilirdi. Tutkunun asıl yeri bir dişinin bedeniydi. Erkekler ondan öğrenebilirse öğrenirdi. Onlar aşkın da Allahını bilirdi. Örneğin bilirdi ve açıkça söylerdi kendini anlatırken Didem Madak: Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca/ … Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı/ Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım.../ Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı/ Aşk diyorsunuz ya/ Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

Aşkı en güzel onlar derdi…

Şimdi zamanı mıydı aşkın, aşkı konuşmanın? Zamanı değildi elbet. Tam da bu nedenle aşktı konusu bu yazının. Aşkın zamanı olmazdı. Ve hatta aşktı ki, ülkenin şu durumu bile onun karşısında ancak vesaireydi…