Laiklik bu bilançonun neresinde? Laiklik, metalaşma, piyasalaşma ve özelleştirmelere dayanan rejimin aynı zamanda dincilikle ve gericilikle kurduğu amorf ilişkisinin tam göbeğinde tasfiye edilmekte.

“Asrın felaketi”: Siyasal İslam’ın “felaket” bilançosu ve laiklik
Menzil Cemaati liderleri karşısında deprem bölgesinde görev yapan asker ve polisler el pençe durmuştu.

Gönenç UYSAL

Deprem 6 Şubat’ta Kahramanmaraş, Gaziantep, Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Adana, Malatya, Kilis, Diyarbakır, Şanlıurfa ve diğer çevre illeri vurduğunda, Türkiye ilk defa depremle karşılaşmadı. Özellikle 1999 İzmit-Gölcük-Marmara depreminden sonra depreme hazırlık amacıyla çıkarılan kanunlar ve yönetmelikler, toplanan vergiler, inşaat sektörüne aktarılan kaynaklar, AFAD’ın kurulması gibi devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması düşünüldüğünde Türkiye’nin depremi en az hasar ve can kaybı/yaralanmayla atlatmasını bekleyebilirdik. Ancak, öyle olmadı. Deprem yönetmeliğinden sonra inşa edilen konutların yanı sıra kamunun kaynaklarıyla inşa edilen ve iktidarın seçim kampanyalarında övündüğü hastaneler, otoyollar, köprüler bile yıkıldı. Depremin yarattığı maddi ve manevi yıkımı daha atlatamamışken Malatya, Adıyaman, Şanlıurfa ve Hatay’ı sel vurdu, hatta AFAD’ın kurduğu deprem çadırlarını sel suları bastı.


Aslında depremler ve artçı sarsıntılar, su taşkınları ve seller insanlar için felaketlere sebep olabilse de sonuçta doğa olayları. İktidar, deprem için “asrın felaketi” dedi, belki sel de iktidar için “asrın felaketi”dir. İktidar, iktidarın organik aydınları ve iktidarın organik bileşenleri tarikatlar ve cemaatler, hep bir ağızdan, deprem ve selin, aşkın bir yaratıcı tarafından gönderilen bir musibet veya yaratılan insanların alnına yazılan bir kader olduğunu dillendirdiler. Elbette, akla ve aklın sorgulamasına dayanan bilim ışığında bu doğa olaylarının felakete dönüşmemesinin yine insanların elinde olduğunu biliyoruz.

Öte yandan, bazı biliminsanlarının iddia ettiği gibi “hepimiz” mi suçluyuz? Deprem yönetmeliğine göre binaları yapmayan müteahhitler ve şirketler, yapıları denetlemeyen devlet kurumları ve yöneticiler. Dere yataklarını, yapılaşmaya müsait olmayan alanları imara açan kamu ve bu bölgelerde inşaat yapan özel sektör. Hatta deprem sonrası acil müdahalede bulun(a)mayan devlet aygıtı ve günlerce sesini çıkarmayan ancak devletin vergilerden düşeceğini açıklamasının üzerine Türkiye Tek Yürek denen sadaka-ucube gösterisinde korkunç rakamlar “bağışlayan” özel sektör. Depremin felakete dönüşmesinin önüne geç(e)meyen devlet aygıtı-özel sektör bloğu suçlu değilken, “hepimiz” halk olarak depremde yıkılan dairelere, evlere onca kira veren veya ev sahibi olmak için tüm birikimlerini yatıran veya kredi çeken bizler, emekçiler mi suçluyuz? Halk olarak belki oy verdiğimiz için ya da yapılaşmayı savunduğumuz için (kentsel dönüşüm tartışmalarında yıkılan “yeni” binaların bahsinin çok az geçmesi gibi), belki de iktidara karşı boyun eğmemek ve ses çıkarmak zor gelirken “bu halk eğitilmezdir” demek kolay olduğu için söz konusu biliminsanlarına göre “hepimiz suçlu”yuz.

***

Bu yazının konusu siyasal İslam’ın iktidarında “felaket”in bilançosunun laiklikle ilişkisini tartışmak. Bu tartışmayı yaparken iki noktanın altını çizmeliyiz. Birincisi, kamu-özel sektör bloğu derken özünde sınıf çelişkilerini sermayenin lehine düzenleyen bir kapitalist devlet aygıtı ve insanların ihtiyaçlarını karşılamak için değil, kâr için üretim yapan bir özel sektörden bahsediyoruz. İkincisi, söz konusu kapitalist devlet aygıtı, Aydınlanma ile “yaratan”a dönüşen insanı, dogmatik düşünce çağının “yaratılan” insanına dönüştürme çabasındaki siyasal İslamcı bir iktidar tarafından yeniden yapılandırılmakta ve yönetilmekte. Ancak bu iki noktanın altını çizdikten sonra şimdi tartışacağımız bilançoda laikliğin yeri anlam kazanabilir.

***

Deprem bölgesindeki halkın “devlet nerede, burada devlet yok” söylemlerini duymazdan gelen, geçiştiren, halkı iftiracılıkla suçlayan yürütme erki haftalar sonra “yetişemediğini” yüksek sesle itiraf etmek zorunda kaldı. Çünkü ortada somut bir gerçek vardı; o da 20 yıldır ülkeyi yöneten bir iktidarın kamusal kaynakları aktardığı ve siyaseten meşruiyet devşirdiği inşaatların yıkıldığı ve halkın bu yıkımın enkazının altında kaldığıydı.

Aynı iktidarın doğal afetlere karşı tedbir ve müdahale konusunda yeniden yapılandırdığı devlet aygıtı deprem bölgesine zamanında ve yeterli müdahale edemedi. Aradan bir ay süreden fazla geçmesine rağmen devlet aygıtı depremzedelere temel ihtiyaçları, örneğin barınma, beslenme ve hijyen sağlamada hâlâ yetersiz kalmaktadır. Ancak bu basit bir kaynak sorunu değil. Zira, yeri geldiğinde muhalefeti susturmak için kolluk kuvvetleriyle, yeri geldiğinde rıza devşirmek için din personeliyle, örneğin imamıyla, hatta siyasetçileri ve bürokrasisiyle devlet aygıtı deprem bölgesinde boy göstermeyi becerebildi.

Peki, laiklik bu bilançonun neresinde? Laiklik, metalaşma, piyasalaşma ve özelleştirmelere dayanan rejimin aynı zamanda dincilikle ve gericilikle kurduğu amorf ilişkisinin tam göbeğinde tasfiye edilmekte. Örneğin, Diyanet’in 15 Şubat-8 Mart döneminde kitap bastırmak için 9,1 milyon TL’lik harcama yapmasında. İktidarın yürüttüğü neoliberal politikalar sonucu kamunun küçülmesi ve depremzede çocukların –iktidarla da yakın ve organik ilişkiler kuran– birtakım tarikat ve cemaatlere emanet edilmesinde. Deprem bölgesinde göçüklere yapılan müdahaleler sırasında sessiz olunması gerekirken, daha önce hiç görmediğimiz bir şekilde tekbir nidalarının atılmasında. Diyanet’in depremzede evlatlıkla “evlenilebileceği” ve depremzede evlatlığın “mirastan pay almaması” fetvasında. Deprem ve sel karşısında mucize-kader retoriği arasına sıkışmış haberlerde ve basın açıklamalarında.

Laiklik, aynı zamanda bu neoliberalizm-siyasal İslam amalgamına karşı direnişin de tam göbeğinde; piyasacı, rantçı, dinci, gerici rejimi orta yerinden yarıyor. İktidarın çaresiz bıraktığı, tarikat ve cemaatlerin veya özel sektörün sadakasına mahkûm ettiği halkın boyun eğmeyişinde ve kendi imkânlarıyla dayanışmasında. Halkın dayanışmayı sosyalistlerin öncülüğünde örgütleyişinde. Depremzedenin “biz komünistlere dinsiz dedik, burada devlet yokken onlar bize sahip çıktı” deyişinde. Devletin resmî görevlilerinin bile bir kap yemek için sırasında beklediği sosyalistlerin kurduğu aşevinde. Futbol tribünlerinde söylenen Nâzım Hikmet’in dizelerinde, “güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler”de. Hayat ve ölüm neredeyse siyaset orada ve laiklik de orada.

***

“Aklıyla sorgulayan, yaratan ve yok eden insan”a düşman siyasal İslam iktidarına ve onun kolladığı –tüm çelişkileri ve rekabetine rağmen– emekçilerin sadece emeğini değil kanını, canını sömürme konusunda kararlı bir yekpare unsur oluşturan sermaye sınıfına, ve sınıfsal içeriğinden koparılmış ve uzlaşılamaz toplumsal çelişkilere kör ve halktan kendini ayrı tutan bir “akıl(sızlık)”la “bilim” yapmaya çalışan biliminsanlarına karşı, Nâzım Hikmet’in dizeleri bize yol gösteriyor:

“Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar,
Korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar,
Ve kahreden, yaratan ki onlardır,
Destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.''