Asya Sineması 7: Afganistan-kadınlar ve çocuklar

Ulaş Başar Gezgin & Burak Kerem Yalçın

Halkın geç tanıştığı ve 1968 yılında kurulan ‘Afgan Film’le gelişmeye başlayan Afgan Sineması, düşük bütçeler, işgaller ve iç savaşlarla kesintilerle ilerleyerek geldiği günümüzde, çoklukla yurtdışında yaşayan veya sürgündeki yönetmenlerle temsil edilmeye devam etmektedir.

Bir zamanlar salonlarında romantik komedi izleyen insanların kahkahalarının çınladığı Afgan Sineması’nda bugün çoklukla savaşın izlerini ve etkilerini görüyoruz ve elbette bundan en çok etkilenen çocuklar ve kadınların anlatılarını izliyoruz.


The Kite Runner– (Uçurtma Avcısı) 2007
Yönetmen:
Marc Forster
Oyuncular: Khalid Abdalla, Ahmad Khan Mahmoodzada, Atossa Leoni

Afgan kökenli Amerikalı Khaled Hosseini’nin aynı adlı romanından uyarlanan film, Afganistan’da yaşayan varlıklı bir baba ve oğlunun yaşamlarına ve çevrelerindeki kendilerince şekillenen ilişkilerine odaklanıyor. Afganistan’ın ortak dili olan Dari dilinde ve İngilizce çekilmiş. Afgan Farsçası olarak da bilinen Dari, filme özel bir hava katmış. Teşekkür, aferin, selam, inşallah, maşallah gibi ortak sözcüklerle karşılaşıyoruz.

Amir babasının onayını almaya çalışan, günlerini tek arkadaşı olan hizmetlilerinin oğlu Hasan’la oyun oynayarak ve hikâyeler yazarak geçiren bir çocuktur. İki çocuk aynı yaşta olmasına rağmen biri okula giderken, öbürü babasıyla birlikte çalışmaktadır. Hasan, Amir’e tıpkı babasının ve hatta dedesinin aileye bağlı olduğu gibi yüksek bir sadakatle bağlıdır. Hitabette ‘sahip’ veya ‘ağa’ kelimeleri çocuklar arasında bile kullanılır. Babalar babaların, çocuklar da çocukların efendisidir. Sahiplik ve kulluk babalardan oğullarına geçmektedir.

Amir’in tek arzusu güçlü bir adam olan babasının onayını almak, Hasan’ınki ise Amir’e ölümüne bir sadakatle hizmet etmektedir. Yeri geldiğinde Amir için kavgaya girmeye veya kendini feda etmeye her zaman hazırdır. Babası iki çocuğa da eşit davranır, hatta Hasan’ı daha beğenir görünse de günün sonunda Hasan evde hizmetleri gören emektarı Ali’nin oğlu ve sonrasında da oğluna miras bırakacağı hizmetkârdır.

Bir uçurtma yarışından sonra Hasan, Amir’in ipini kopararak kazandığı uçurtmanın peşinden giderken girdiği bir ara sokakta daha önce efendisi için diklendiği varlıklı bir Peştun’un oğlunun tecavüzüne uğrar. Amir bu olayı görür ama korktuğundan dile getiremez. Daha sonra Amir’in babasının verdiği davette babasıyla birlikte gelen tecavüzcüsüne ikramda bulunur. Kendi korkaklığı ve utancı Hasan’la yüzleşemez, onun ve babasının kovulması için elinden geleni yapmaya çalışır.

Filmde bir diğer unsur, zayıf da olsa vurgulanan etnik ayrımcılıktır. Hasan ve babası azınlık halklardan biri olan Hazaralardandır. Ayrımcılık oldukça hâkimdir.
İşgalden sonra kaçabilen şanslı azınlıktan olan Asıf ve oğlunun Amerika’daki yaşantısını görürüz. Ülkesindeyken Mustang otomobile binen Asıf, işgalden sonra kaçtığı Amerika’da gördüğü bir Mustang otomobilin sahibine “Benim de vardı, güzel arabadır” diye iltifat eder. Amerikan rüyasının simgelerinden biri olan yüksek hacimli bu araba ona Sovyet işgalinden önceki sahip olduğu ayrıcalıklı hayatı anlatır. Bir zamanlar komünist olan Asıf’ın her fırsatta küfrettiği Rusların şeytanlaştırıldığı filmde kaçamayanlardan çok şanslıların hikâyesi anlatılıyor.

Rus işgali öncesi, sonrası ve Taliban dönemlerini görüyoruz. Film bu unsurlardan bir tek Sovyet işgalinin üzerinde durur görünmektedir. Bir Afgan tarafından bir Afgan hikâyesi anlatılsa da film diasporada çekilmiş, Amerika’ya minnettarlıkla dolu, her şeyin müsebbibini Rusya gibi gösteren ve Taliban’a yüzeysel yaklaşan bir yapımdır. Filmde ABD’nin Afganistan’a yaptığı kötülüklere dair tek bir ima bile bulunmuyor. Bu da yazarın Amerikalı olmak dolayısıyla ödediği diyet olsa gerek. Film, sonunda da Hollywood benzeri bir finalle anaakım Amerikan Sineması’na yaklaşmıştır.

Stone of Patience- (Sabır Taşı) 2012
Yönetmen:
Atiq Rahimi
Oyuncular: Golshifteh Farahani, Hamid Djavadan, Hassina Burgan

İnsanların kimselere anlatamayacakları dertlerini çatlayana kadar bir taşa anlatmaları ve çatlayınca dertlerinden kurtulacakları düşüncesinden ismini alan film, çatışmaların ortasında, Kabil’de felçli kocası ve çocuklarıyla yaşayan kadının kendini içgüdüsel bir şekilde keşfetmesi ve iç yolculuğunu anlatıyor. Daha önce ses getiren 2004 yapımı “Earth and Ashes”ın (Toprak ve Küller) da yönetmeni olan Atiq Rahimi, yine aynı adlı kendi romanından uyarlayarak çektiği bu yapımda, ataerkinin ağırlığı altında ezilen kadının hikâyesine, modern ve dışarıdan bir göz olarak değil de içeriden, kendi sınıfından bir bakış atıyor.

Filmde karakterlerin adı yoktur; erkek, kadın, molla, komşu veya teyze gibi başkişiyle olan ilişkilerine göre veya yaptıkları işlere göre sıfatları vardır. Zaman ve mekân belirsizdir. Gördüğümüz, bir şehirdeki bir kenar mahalledeki yoksul bir ev; silah sesleri ve patlamalar, çatışan taraflardan çok, bunlardan kaçınmaya çalışan insanların sıradanlaşan hayatta kalma mücadelesidir. Film, detayları geri planda puslu vererek başkişimizin yolculuğuna odaklanmamızı sağlıyor.

Coğrafyanın erkekleri kendilerine dönüktür. En yakınları olan babaları bile kızlarını kumar borcu karşılığında evlendirebilmektedir. Kadın kocasını görmeden sadece onun resmiyle bile evlendirilebilmektedir. Ona hizmet etmek, bekâret ve doğurganlık ondan beklenendir. Erkeğin kısır olması diye bir şey söz konusu bile değildir. 2018 verilerine göre Afganistan’daki kadın başına doğum oranı 5.12 çocuktur. Anlaşılan o ki, savaşta ölenlerin yerini almak için daha çok insan gerekmektedir.

Bir sekansta kadın, evine giren savaşçının tecavüzüne uğramamak için ona fahişe olduğunu söyler ve tecavüzden kurtulur. Burada utanç verici olan, tecavüz eylemi değil herkesin sahip olduğu bir kadınla birlikte olmaktır. Kendi arzularını keşfetmesi zevk ve ıstırap doludur. Şeytan tarafından ele geçirildiği dogmasıyla bedensel zevkleri arasında sıkışıp kaldığını görürüz kadının. Kocası ve hayatına daha sonra zorla giren genç bir adamla olan cinsel deneyimi aynıdır. Fark ise genç olanın kadını dinlemesi ve eğitilebilmesidir. Coğrafyanın erkeklerini “Sevişmeyi değil ama savaşmayı bilirler” sözüyle özetler kadın bizlere.

Daha çok tek bir mekânda geçen film, temposuyla son sekansa kadar sürükleyiciliğini koruyor. Anaakım veya savaş mağduru bir kadın anlatısından çok kenar mahallede yaşayan bir kadının sezgisel keşiflerine tanıklık ediyoruz.

Osama– 2003
Yönetmen
: Siddiq Barmak
Oyuncular : Marina Golbahari, Zubaida Sahar, Khwaja Nader

Afganistan sinemasından ‘Usama’ adlı film, kadınların yaşadığı korkunç baskı koşullarını konu ediniyor. Filmde Taliban döneminde kadınlar toplumsal yaşamdan yalıtılmış, evlere hapsedilmiştir. Kadınlara ve çocuklara bakma görevi erkeklerindir. Peki ama dul ve yetimler ne yapacaktır? Onlara bu düzende düşen, açlıktır. Bir çözüm bulunur: Evin 12 yaşındaki kızı, erkek gibi giyinip erkek gibi görünmeye çalışır. Böylelikle, babasının bir arkadaşı olup hallerine acıyan bir fırıncının yanında iş bulur.

Taliban toplumunda bile her erkek eşit oranda ataerkil değildir. Fırıncı, durumu bilir ama ses çıkarmaz. Ancak, Taliban’ın derdi yalnızca kadınlar değildir, çocuklar da hedef tahtasındadır. Taliban, çocukluğu adeta silmeye çalışmaktadır, “her Afgan, mücahit doğar” misali… Erkek çocuklar kampa alınıp yavru-kötüler olarak yetiştirilecektir. Kız çocuğu da erkek bilindiği/sanıldığı için fırından zorla eğitime alınır.

Elbette, erkek olmadığı kısa sürede anlaşılır. Burada yine de onu korumaya çalışan bir yaşıtı erkek vardır; daha az ataerkildir, ölümü ve zulmü göze alır. Kız, dolandırıcılıktan idam edilecekken yaşlı bir şeyh onu cariye olarak almayı kabul eder, böylece affedilir. Mandela’nın afla ilgili bir sözüyle başlar film. Bu düzende kurtuluş için küçücük bir umut bile yoktur.