Eski diplomat (yeni akademisyen) dostum Hua’ya göre, Hindistan ve Rusya ile başlayıp Çin, ABD ve Brüksel’e uzanması planlanan dış gezi turunun asıl amacı “Gayrimeşru referandum sonuçlarını dünyaya kaşla göz arasında ‘yedirmek’ ve kendini defacto başkan olarak kabul ettirmek. Bunlar ‘oldu-bitti’ turları. Böylece, AGİT raporunun referandumu geçersiz kılacak hukuki sonuçlar doğurmasını önlemek veya raporu etkisizleştirmek”. Bana göre, uluslar arası alanda “Atı çalıp Üsküdar’ı geçme turları atılıyor demek daha doğru. Peki, Çin bu “at hırsızlığı” ile ne kadar ilgilenir? Böyle bir turun Çin açısından anlamı ne? Öncelikle şunu not etmek gerekiyor: Saray’ın 16 Nisan öncesine göre daha güçlü değil çok daha güçsüz-çaresiz ve güvenilmez olduğunu, uluslararası meşruiyet için birçok ödün verebileceğini herkes gibi Çin de biliyor.

Her renkten Batı demokrasi, ÇKP için zaten “Bir hastalık” (Burjuva liberalizmi) demektir. Bir ülkeyle ilişki kurmak için aradıkları ölçüt bu değildir. Dolayısıyla, referandum ve hileli sonuçlar ÇKP’nin ilgi alanına girmez. Siyasi konuları “Ülkenin iç işlerine saygı” diyerek geçiştirirler. Çin’in dış politikası “Ekonomik ilişkiler aracılığıyla ikili ilişkileri ilerletmek” üzerine kuruludur. Bu ilişkinin seyri bir devletin Çin için ne kadar “güvenilir” olduğuna bağlıdır. Yöneticileri ve kurumlarıyla bir suç örgütüne dönüşmüş, mafiyöz yapıya bürünmüş bir devlet ÇKP için uzak durulması gereken bir yerdir. Bu yüzden Cezayir’de ve bazı Afrika ülkelerinde büyük enerji yatırımları ve başka yatırımlar yapan Çin, Nijerya ile pek ilgilenmez.

Hammadde kaynakları çok sınırlı, Batı dünyası ile kavgalı ve ilişkileri ağır hasar görmüş ve dolayısıyla stratejik önemini büyük ölçüde kaybetmiş bir Türkiye, Çin için anlamı-önemi büyük ölçüde aşınmış bir ülkedir. Çünkü Türkiye, Çin için ekonomik açıdan Batı’ya geçiş sağlayan bir köprüdür. Batı ile ilişkileri tehlike içerir hale gelen bir yönetim ile Çin’in anlamlı ilişki kurmaktan kaçınır (Kuzey Kore, Çin için stratejik önemi nedeniyle, bu konuda bir istisnadır). Çünkü bütün risklerin sorun üreten o yönetim üzerinden kendine de ulaşacağını bilir. Dolayısıyla Çin’in Türkiye’yi yöneten siyasi akılla köşeleri-sınırları çok iyi çizilmiş ilişkiler kurmayı tercih etmesi beklenir. Yani ilişkileri maniple edebilecek ve giderek düşmanlık ilişkisine dönüştürecek manevra alanı tanımayacaktır. Örneğin, bu ekonomik ilişki büyük olasılıkla teknik bilgi/teknoloji (know-how) ihracı içermeyecektir. Çünkü o siyasi aklın Çin’den aldığı teknoloji ile Çin veya (Rusya gibi) yakın dostları için sorun oluşturma potansiyeline fazlasıyla sahip olduğunu biliyorlar.

Hua’ya göre, Türkiye’yi yönettiğini zanneden siyasi aklın sürekli sorun üretmesinin başlıca nedenleri şunlar: “(1) Arkaik-fantastik dinsel ve Osmanlıcı kuruntuları nedeniyle gerçeklikle bağı kopuk ve (2) bu nedenle dünyayı anlayamıyor. (3) Uygar dünya ile düşmanlık ilişkisi dışında bir ilişki kuramıyor. Kendini beş yüzyıl öncesinin Osmanlı İmparatorluğu zanneden gerçeklikten kopuk siyasi akıl, uygar dünya ile bu akıl dışı inanç üzerinden rekabet etmeye ve hesaplaşmaya çalışıyor. Bu fantastik inanç, aynaya baktığında bir aslan gören bir kedinin durumu kadar komik. Kaçınılmaz olarak uygar dünyaya yenildikçe, onlara karşı daha fazla düşmanlaşıyor. Batı tabii ki masum değil ama bu düşmanlık ilişkisi büyük ölçüde onlardan kaynaklanmıyor. (4) Üçüncü (azgelişmiş) dünya ile ise hegemonya ilişkisi kurmaya çalışıyor. Bu ‘emperyalist’ fantezi’ nedeniyle, üçüncü dünya ülkelerinden de düşman edinmesi şaşırtıcı olmaz. Birisi bu adamlara az gelişmiş-yarı sömürge bir ülkenin emperyalistlik oynamasının ahmakça olduğunu anlatmanın bir yolunu bulmalı. Yoksa tutulan bu yol ülkenin hem ekonomik hem de askeri olarak ağır bir yıkımıyla sonuçlanabilir ve geride bir ‘kolay lokma’ kalabilir”.

Bir Çin atasözü “Belayı çağırırsan gelir” der. Hua’ya göre memleketi yöneten siyasi aklın politika ve uygulamalarını en iyi bu söz tanımlıyormuş.