Fehmi Koru yazdı, Erdoğan milletinin üzerine bir baba gibi titriyormuş; biraz sert bir baba; o yüzden de hemen her konuda çocuklarını...

Fehmi Koru yazdı, Erdoğan milletinin üzerine bir baba gibi titriyormuş; biraz sert bir baba; o yüzden de hemen her konuda çocuklarını uyardığı, azarladığı oluyormuş: Koru, aslında Erdoğan’ın tavrını meşrûlaştırmıyor,  inceden dalgasını geçip eleştiriyor. Ben de, 11 Eylül 2010 tarihli, yani referandumdan bir gün önceki yazıma ‘Askerî vesayetten, lumpenlerin velayetine’ başlığını koymuştum: Bayağı iyi tutturmuşum.

Türkiye’nin bir numaralı sorunu, Erdoğan’ın kendi tek adamlığını tahkim etme konusundaki sınırsız hırsıdır. Bu yolda, Suriye sınırındaki insanlarımız da bomba yer ölür, Kürecik de Amerikalıya peşkeş çekilir, “Kürecik’e hayır” dediler diye, biri öğrenci diğeri öğretmen Gülşah ile Meral’in, yedi yıla yakın hapis cezasıyla hayatları söndürülür, Uludere’de katliam yapılıp Ergenekon’du KCK’ydı vs… diye toplama kampları kurulur: Neyse, saymakla bitmez…

En son, Muhteşem Yüzyıl çıkışı: Vahim, ama kesinlikle şaşırtıcı değil; sonuçta, kendisi, Kurtlar Vadisi’nde senaryo gereği ölen karakter için ağlaşıp gıyabî cenaze namazı kılan bir milletin  başbakanı.

Namaz deyince, aklıma geldi: Stalin’in papazlık seminerinden kaçtığı iyi kötü bilinir; ama, Pol Pot canisinin de Budist rahibi olmak üzere tahsil gördüğü hemen hemen hiç bilinmez. Diyeceğim, din adamı olacak diye yetiştirilenler, papaz, rahip veya imam hep öyle kalsalar insanlık için daha hayırlı olurmuş.
Bu arada şunu da söylemek lazım: Okul ibadethane değildir. Yok Kuran dersinde kız çocukları başını örtecekmiş. 7-8 yaşındaki çocukların başını örtmek, aslında latant veya kripto bir pedofilinin tezahüründen başka bir şey değildir.

Laik bir devlette ‘PeygamberİMİZ’in hayatı da ders konusu olamaz. Devletin laikliğinden yana olmayan ise, din/ırk/mezhep/cinsiyet farklılıklarının ötesindeki bir İNSAN kavramına ulaşamamış potansiyel bir canidir: Bir gün yaratılanı yaratandan ötürü sever, ertesi gün de yine aynı yaratana sığınıp yok etmek üzere. Buraya kadar söylediklerimizi haklı kılacak tek şart vardır ki, o da, her ne kadar anayasasında yazsa da ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’ olan bir devletin gerçek anlamda laik olamayacağını aynı netlik ve ısrarla tekrar etmektir: Toplumu zaptı rapt altına almak üzere, dini  -başta eğitimi olmak üzere-  kendi tekeli altında tutma peşindeki bir devletin kaçınılmaz sonu, kendisinin dinselleşmesi olacaktır/olmaktadır.

Sadece hayatın bütününü değil, hayat-ötesini de kuşatma iddiasındaki ideolojik bir yapı olarak dinin devlete egemen olması ise ancak ve ancak topyekûnlaşmış bir ihbarcılık/muhbirlik şebekesinin kurulmasıyla mümkün olacaktır; ki, Erdoğan Türkiyesi bu yolda pervasız adımlarla ilerlemektedir; hem de demokratikleşme adı altında: Doktorları ve öğretmenleri –telefonla- ihbar ve şikayet merkezleri; RTÜK ve Başbakanlık Bilgi Merkezinin yanı sıra, aile hekimleri aracılığıyla işleyen bir gebelik izleme mekanizması; insanların evine girip hangi ilaçları ne kadar kullandıklarını tespit etmeye yetkili ilaç müfettişliklerinin kurulacak olması  vb…

Dinci kılıklı AKP totalitarizminin en iki yüzlü, o yüzden de en iğrendirici bir uygulaması ise, güya insan sağlığını korumak adına sigara içenleri adeta bir nefret objesi hâline getirirken, Irak’ta duacısı, Suriye’de destekçisi, Uludere’de/Afyon’da doğrudan sorumlusu oldukları milyonlarca cinayete ilaveten, insanları biber gazıyla muntazaman zehirleyip ölüme göndermeyi kendi polisinin aslî görevi hâline getirmiş olmasıdır.

Söylemekle bitmez; ama biz şunu söyleyip bitirelim: Süleyman, ne muhteşemdir, ne de benim ecdadım; o bir evlat katilidir. “Devletin birliği ve bekası için yaptı” falan diyene söylenecek ise daha da kısa ve net: Lanet olsun o devlete.