“Di Lampedusa ilkesi” diye bilinen bir ilke vardır ve şunu anlatır: Sistem bir kriz yaşadığında, hiçbir şeyin değişmemesi için, yani mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerinin aynı kalabilmesi adına, sistemi yönetenler her şeyi değiştiriyormuş gibi yaparlar. Yani “Hiçbir şeyin değişmemesi için her şey değişmelidir.” Bu ilke Türkiye’nin son on beş yılını açıklamak için gayet elverişli bir zemin sunmakla birlikte, bugün değineceğimiz konu, ilkenin tersine çevrilmesini ve şöyle denmesini gerektiriyor: “Türkiye de son on beş yılda her şeyin değişmesi için hiçbir şey değişmemiştir, hiçbir şeyin değişmemiş gibi yapılması gerekmiştir.” Anlatmaya çalışalım.

Türkiye’de son on beş yılda iktidar rejimi değiştirme ve 1923 Cumhuriyeti’ni tasfiye etme ajandasıyla hareket etmiş, ancak bir yandan bunu yaparken öte yandan toplumsal tepkiyi en alt seviyede tutabilmek adına bunu yapmıyormuş gibi davranmaya özen göstermiştir. İşte anayasanın değiştirilemez hükümleri yerinde durmaktadır, işte Meclis, kurumlar, yasalar oradadır, işte milli günler ve bayramlarda kutlama ve anmalar devam etmektedir, Anıtkabir’e gidilmekte, anı defteri imzalanmakta, saygı duruşunda bulunulmaktadır, işte devlet dairelerinde hâlâ Atatürk resimleri asılıdır, Atatürk heykelleri hâlâ meydanlarda durmaktadır vs.

Bu açıdan bakıldığında hiçbir şey değişmemiş gibi görünmektedir ama sadece görünmektedir, çünkü her şeyin değişmesi için bu gereklidir. Laiklik, bilim, aydınlanma, seküler ulus anlayışı aşama aşama ortadan kaldırılırken, toplumsal yaşayış adı konulmamış bir üst ilkeye, yani dine göre yeniden dizayn edilirken, “millet” adlı yeni bir kolektif kimlik inşa edilir ve merkezine “Müslümanlık” yerleştirilirken, Osmanlı’ya dönüş fantezileri alıp başını gitmişken, egemenliğin kaynağı Meclis’ten Saray’a taşınmışken, hâlâ hiçbir şeyin değişmediğinden söz edilmekte, “Rejim tartışması 1923’te bitti” denilebilmektedir.

Son günlerdeki “Atatürk’e hakaret” meselesi tam da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Sanki daha yaklaşık bir ay önce şaibeli bir referandumla Türkiye’nin rejimi değiştirilmemiş gibi, sanki mevcut anayasal düzen askıya alınmamış gibi, sanki on beş yıldır Cumhuriyet ile tarihsel bir hesaplaşma yaşanmıyor ve bir tasfiye operasyonu yapılmıyormuş gibi, mesele üç beş meczubun Atatürk’ün annesi ya da manevi kızıyla ilgili söylediği iğrenç sözlere indirgenmiştir.

Bu meczuplara, çıkardıkları beş para etmez paçavralara, çıktıkları kanallara, yazdıkları gazetelere tepki önemsiz midir? Elbette ki hayır, hukuki yollar da, protestolar da, boykot çağrıları da, hepsi anlamlıdır, hepsi gericilikle mücadele açısından değerlidir, hepsi toplumun politize olması, refleks göstermesi, tepki vermesi açısından önemlidir. Ama…

Aması şu ki, Türkiye’de gericilik kendini tarihçi, yazar, akademisyen sanan soytarılardan ibaret değildir, dahası başta dondurmacı kılıklısı olmak üzere bu tipler Türkiye gericiliğinin marjinal figürleri değil, gayet el üstünde tutulan, merkezde tutulan isimleridir. Şimdilerde “günah keçisi” yapılmış olmaları bu gerçeği değiştirmez. Yani ortada bir “anomali”, bir sapma yoktur, bu isimler Türkiye İslamcılığının ve dolayısıyla iktidarın zihniyetinin birebir temsilcileridirler.

Eğer bu isimler ve Atatürk ya da Cumhuriyet hakkında söyledikleri Türkiye İslamcılığını temsil etmiyor deniyorsa bu açıkça bir kandırmacadır. Adına ödüller verilen, yarışmalar düzenlenen, “üstad” diye adlandırılan, büyük devlet adamlarımızın gençlik yıllarında dizinin dibinde fotoğraf çektirdikleri Necip Fazıl’ın Atatürk ve Cumhuriyet’e bakışı ile bu meczuplar arasında bir fark var mıdır örneğin? Ya da örneğin, Nuri Pakdil kimdir, Atatürk hakkında ne düşünmektedir, kendisine bu soru sorulduğunda “Ben Firavun karşıtıyım” diye yanıtlaması ne anlama gelmektedir ve tüm bu soruların yanıtı ortadayken “laikliğin bekçisi” olma iddiasındakilerin Pakdil’le ne işi vardır, neden kendisini bir ev ziyaretiyle taltif etmişlerdir?

Sorular çoğaltılabilir ama mesele anlaşılmış olmalı. Ahmet Hakan’la Cübbeli’yi Atatürk’ü savunma noktasına getiren bu hassasiyet sahte bir hassasiyettir. Rejimin değiştiği anlaşılmasın, Cumhuriyet’in ve kazanımlarının nasıl tasfiye edildiği toplumsal bir sorgulamaya konu olmasın, egemenliğin ulustan alınmasının ve mekânının Meclis’ten Saray’a ve tek adama doğru değişmiş olmasının üzeri örtülebilsin diye elbette ki Atatürk “korunmalıdır” ve bunun tam da Menderes gibi biri tarafından çıkarılan Atatürk’ü Koruma Kanunu’yla yapılması tarihin muazzam bir ironisidir.

Özellikle bugün gelinen noktada bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, Atatürk eleştirisi de Cumhuriyet eleştirisi de gericilere bırakılmayacak kadar önemlidir, tarihsel olarak Atatürk ve Cumhuriyet’ten geri olanlar onu eleştiremezler, biz ise daha iyisini, daha güzelini kurmak için sahiplenir ve eleştiririz. Siyasetin özünü, semboller, değerler, fikirler ve tarih üzerine verilen kavga oluşturuyorsa, bu aynı zamanda siyasal bir müdahale demektir ve şu an en çok ihtiyacımız olan şey doğru siyasal müdahalelerdir, çünkü bu, aynı zamanda güçlenme, toplumsallaşma ve özneleşme anlamına gelecektir.