14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP) ilk icraatı bugünlerde yeniden tartışılan Türkçe ezan uygulamasının kaldırılması olmuştu. Bu şaşırtıcı değildi, çünkü Menderes inkılaplar arasında bir ayrım yapmış ve “millete mal olmayan” inkılaplardan vazgeçileceğini söylemişti; Türkçe ezan da böyle görülüyordu.

Menderes ve DP dönemi 1946’da bizzat CHP eliyle başlatılan inkılaplardan geri adım atma sürecinin bir karşı-devrime dönüştüğü yıllardı. Cumhuriyet’in ekonomik felsefesi, laiklik, aydınlanma, özerk dış politika bu dönemde çöpe atıldı. Komünizm tehdidi bahanesiyle Türkiye emperyalizmin bir uydusuna dönüştürülürken kapılar gericiliğe sonuna kadar açıldı.

Peki aynı iktidarın bir “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkarmış olmasının nedeni neydi, ortada bir çelişki yok muydu? Elbette ki yoktu. Atatürk politik bir figür olmaktan çıkarıldıkça, devrimci yanları ortadan kaldırılıp şekli anmalara, ritüellere, heykellere hapsedildikçe, ihtiyaç duyulan şey onun “manevi kişiliğinin korunması” olmuştu. Hem bu sayede DP ve Menderes tepkilere de bir set çekmiş olacaklar, kendilerinin de Atatürkçü olduğunu söyleyebileceklerdi.

Benzer bir durumun günümüz Türkiye’sinde de yaşanması bir tesadüf mü peki? “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nun tam da karşı-devrimi nihayetlendirerek rejimi değiştiren bir partinin iktidarında böylesine güncel olması çelişik bir durum değil mi sahiden de?

Hayır değil, çünkü DP’nin mirasçısı AKP de Atatürk’ü tarihsel bağlamından koparmaya ve kendi inşa ettiği rejime uygun bir figüre dönüştürmeye çalışıyor. Atatürk’ün Milli Mücadele’deki komutanlığı öne çıkarılırken, kurduğu Cumhuriyet ve onun değerleri itibarsızlaştırılıyor, değersizleştiriliyor. Hatta İnönü üzerinden ve “tek parti zihniyeti” adı altında doğrudan değilse de dolaylı olarak aslında Atatürk’e saldırılıyor.

Tüm bunlar yaşanırken bu kanun üzerinden yapılan tutuklamalarla ise hem Atatürkçü kitlelerin amiyane tabirle “gaz”ı alınmaya çalışılıyor, hem “Asıl Cumhuriyetçi biziz” deniliyor, hem de daha radikal unsurların neyi ne zaman söyleneceklerinin sınırı çiziliyor. İktidar partisinin en büyük başarılarından birisi de bu aslında: Rejim inşası süreci acele etmeden, zamana yayarak sürdürülüyor ve buna uygun hareket etmeyip “erken öten horozlar”ın başı kesiliyor.

Tam da bu nedenle bu rejimin hakikatini, 10 Kasım günü Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefet ettiği gerekçesiyle Edirne’de tutuklanan kadın oluşturmuyor; o ve onun gibiler rejim inşası için verilen ufak tefek kurbanlar sadece. Bu rejimin hakikatini personel sayısı dağ gibi artan, bütçesine para yetişmeyen ve devlet içinde devlete dönüşen Diyanet’in başındaki zatın Kadir Mısıroğlu adlı meczubu ziyareti oluşturuyor.

Asıl hakikat bu; çünkü aynı kişiyi sadece Diyanet İşleri Başkanı değil, bizzat rejimi inşa eden, bizzat rejimin en tepesinde yer alan zat da ziyaret etti. Asıl hakikat bu; çünkü bugün Türkiye’yi yöneten kadrolar, gençlik yıllarında Kadir Mısıroğlu’ların, Necip Fazıl’ların, Mehmet Şevket Eygi’lerin rahle-i tedrisatından geçtiler, onların talebeleri oldular, Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i, Atatürk’ü onlardan öğrendiler. Tam da bu nedenle hocalarından hayatta kalanlara yönelik bir vefa ve inşa ettikleri rejime dair bir borç ödeme gösterisi bu.

Demek ki, “Atatürk’le aldatma” dediğimiz şeyi sadece verdikleri reklamlarla büyük şirketler yapmıyor, aynı şey daha az inandırıcı ve daha az başarılı olsa da iktidar için de geçerli. Başka birçok konuda ortaklaşan sermaye ve iktidar, burada da ortaklaşmış oluyor böylece.